Tema düzenleyici

Hikayeler

Emir

Moderatör
Yarbay
Katılım
19 Ara 2023
Mesajlar
4,932
Beğeni
11,273
Yaş
36
Konu sahibi
Hayallerin sözcüklere döküldüğü, karakterlerin hayat bulduğu bir sığınak. Kısa öyküler, roman bölümleri, şiirler, senaryo taslakları ve daha fazlası için açık bir sahne. Yazarak anlatmak isteyen ve dinleyen herkese açığız.


Martılar ve Kederli Balıkçı

Sahil, sabahın erken, ipince, üşengeç sisine bürünmüştü. Deniz, uykudan yeni kalkmış bir insan gibi, hâlâ dalgın ve durgundu. İskelenin tahtaları, nemden ıslak ve koyu renkliydi. Ayaklarımın altında gıcırdıyorlardı, her seferinde, sanki bir şeyler anlatmaya çalışıyor gibi.

İskelenin sonunda, kendi halinde bir sandal vardı. Mavisi solmuş, bordasından deniz yosunları sarkıyordu. İçinde, Mustafa Amca oturuyordu. Oturuyordu ya, sanki orada değildi. Elleri, dizlerinin üzerinde, öylece duruyordu. O elleri bilirdim; nasıl da çevik örerdi ağları, nasıl da kuvvetle çekerdi kürekleri. Şimdi, birer yaprak gibi titriyorlardı hafiften.

Yanına yaklaştım. Yanakları, sabah serinliğinden değil de, içinden gelen bir rüzgârla ürpermiş gibiydi. Gözleri, karşıki kayalıklara, üstünde cıvıl cıvıl bağıran martılara takılmıştı.

"Mustafa Amca," dedim, sesimi onunkinden daha kısık tutarak.

Döndü bana. Gözlerinde, derin kuyulardan çekilmiş gibi bir hüzün vardı. "Gel oğul," dedi, "gel de şu martılara bak bir. Ne güzel bağırışıyorlar değil mi?"

"Evet," dedim, "neşeli gibiler."

"Gibiler," diye mırıldandı. Sonra, cebinden buruşuk bir paket çıkardı. İçinden bir sigara sardı. Tütünün bir kısmı avucuna döküldü. "Gördün mü," dedi, "bak, tütün bile dökülüyor elimden. Eskiden bir çırpıda sarardım. Şimdi... Şimdi her şey dökülüyor elimden. Ağlar, oltalar, umutlar..."

Bir martı, tam burnumuzun dibine kondu. Beyaz, gözü pek bir şeydi. Bizi süzdü. Mustafa Amca, cebinden bir parça ekmek çıkardı. Ufalayıp, martıya doğru attı. Martı, hiç korkmadan, geldi, gagaladı ekmeği.

"Onlar," dedi Mustafa Amca, "hiç yalnız kalmaz. Hep böyle sürü halinde gezerler. Biri bir şey bulsa, ötekine haber verir. Biz insanlar... Biz kocaman bir evde, kocaman bir yatakta yatsak da, yalnızız işte."

İçimi bir sızı kapladı. Hatırladım; geçen kış, Mustafa Amca'nın karısı vefat etmişti. Kırk yıllık yoldaşıydı. O günden sonra sandalına, denize, martılara sarılmıştı. Ama deniz bile ıslatmıyordu içini, martıların sesi bile dolduramıyordu evinin içindeki o koca boşluğu.

"Bir şeyler içelim mi?" diye sordum.

"İçelim," dedi. Ama hareket etmedi. Gözü, yine kayalıklardaydı. Martılar, bir anda hep birlikte havalandılar. Gök, bir anlığına beyaz kanatlarla doldu. Sonra dağıldılar, uzaklara doğru.

"Gittiler," dedi Mustafa Amca. "Herkes gider işte. Her şey biter."

Sandala, sessizce oturdum yanına. Tahtalar, bir kez daha gıcırdadı. Belki de, "Üzülme," diyorlardı. Ya da, "Biz buradayız," diyorlardı. Bilmem.

Deniz, artık biraz daha canlanmıştı. Küçük, mavi, nazlı dalgacıklar, iskelenin ayaklarına vuruyor, sanki onu da çağırıyorlardı. Mustafa Amca, sigarasından bir nefes çekti. Dumanı, sabah sisine karıştı, gitti.

"Şu denize bak," dedi. "Her gün aynı. Ama her gün başka. Benim gibi değil. Ben, her gün aynıyım. Ama içimdeki deniz, bir daha asla aynı değil."

O zaman anladım ki, Mustafa Amca'nın tuttuğu balıklar değildi sadece. O, denizin dibindeki hüznü, kaybolan kahkahaların yankısını, bir daha geri gelmeyecek olanın hasretini tutmaya çalışıyordu ağlarıyla. Ve o gün, ağlar boş dönse de, o, yine de gelecek ve martılara ekmek atacaktı. Belki de bir gün, bir martı, onun avucundan yemek yiyecek kadar yaklaşacaktı. İşte o zaman, belki, içindeki buzlar da birazcık eriyecekti.

Sessizce kalktım. Arkamdan, tahtalar yine gıcırdadı. Dönüp baktığımda, Mustafa Amca'nın, hâlâ martıların gittiği yere baktığını gördüm. Sırtı bana dönüktü. Ve o sırt, bütün dünyanın yükünü taşıyor gibiydi.
 
Konu sahibi
Virginia Beach'te Kasırga, Bisiklet ve Kızarmış Tavuk Aşkı

Virginia Beach'te hava, bir fincan sıcak çikolatanın üzerine kar gibi yavaş yavaş düşen kasırga uyarılarıyla çalkalanıyordu. İnsanlık, ikiye ayrılmıştı: Akıllılar ve... Cemal. Akıllılar, ki Cemal'in en yakın arkadaşı Efe de bu kategoride mütemadiyen yer alırdı, acil durum çantalarını hazırlar, pencere camlarını bantlar, içlerindeki varoluşsal korkuyu bastırmak için konserve fasulye stoklarlardı.

Efe, çalıştığı otelin "hayatınıza bağlıysanız bu gece burada kalın" çağrısını, bir kurtuluş fermanı gibi algılamış ve hemen Cemal'i arayıp, "Gel! Burada dondurucu var, sıcak çay yaparız, belgesel izleriz!" diye heyecanla teklif etmişti.

Cemal'in telefonun diğer ucundaki sessizliği ise, bir fırtınanın göbeğindeki sakinlik gibiydi. Zihninde yankılanan tek bir cümle vardı: "Süpermarketteki fırın, saat beşte taze kızarmış tavukları çıkarır."

Ve işte o anda, Cemal'in insanlık tarihine geçecek epik yolculuğu başladı. Ama bu sefer atı, 2001 model Honda Civic değil, sahilden topladığı taşlarla süslediği, hurdaya çıkmak üzereyken kendisince rehabilite edilmiş "Şimşek" isimli turuncu bisikletiydi.

Dışarıda, rüzgar sokak aralarında dans ediyor, çöp kutularına vals yaptırıyor, işaret direklerini bir metronom gibi sallıyordu. Cemal, bir şövalye edasıyla bisikletine atladı. Rüzgar, onun için bir engel değil, yalnız yolculuğundaki inatçı bir yol arkadaşıydı. Pedalları çevirirken, yağmurun ilk damlaları yanağına değdi. Bu, bir uyarı değil, onun azmini selamlayan bir alkıştı.

Süpermarketin otoparkı, normal bir güne kıyasla daha tenha ama daha telaşlıydı. İnsanlar arabalarına doluşurken, Cemal bisikletini görkemli bir şekilde bisiklet parkına kilitleyip, içeri girdi. Mağaza, hafif bir kaos içindeydi. Ama Cemal, bir avcı gibi, hedefine, tavuk reyonuna doğru ilerledi. Ve orada, ışıltılı teşhir vitrininde, son kalan, altın sarısı, buğulu camın ardında kendisine göz kırpan o muhteşem kızarmış tavuğu gördü. Onu kollarına aldığı an, zaferinin somut kanıtıydı.

Dönüş yolculuğu daha da epikti. Bir eliyle gidonu tutuyor, diğer eliyle, yağmura ve rüzgara rağmen tavuk kutusunu göğsünde sıkı sıkı tutuyordu. Rüzgar, ceketinin fermuarını bir enstrüman gibi çalıyor, bisikletin tekerlekleri su birikintilerinden geçerken çıkardığı sesler, bu müziğe eşlik ediyordu. Efe tam o sırada aradı, sesi panikle titriyordu: "Neredesin? Rüzgar çatıları uçuruyor!"

Cemal, bir yandan virajı almaya çalışırken, telefona doğru bağırdı: "Trafikteyim! Bağlantı kötü!" diyerek, bir kez daha dostluk bağlarının esnekliğini zorluyordu.

Nihayet sığınağına, yani evine ulaştığında, elektrikler kesikti. Ama mumlar yanıyor, odeyi sıcak ve huzurlu bir atmosfer sarmıştı. Dışarıdaki ısrarcı rüzgar uğultusu ve camlara vuran yağmur, artık bir tehdit değil, yemeğine eşlik eden doğal bir fon müziğiydi.

Kutuyu açtı. O buhar ve mis gibi koku, tüm çabalarına değmişti. O ısıran ilk lokma, sadece bir tavuk değildi; bir zafer anıtıydı. Çıtır derisi, rüzgarın inadına inatla kırılıyor, etinin sulu lezzeti, yağmurun temizleyici gücünü hatırlatıyordu. O anda anladı: Hiçbir kasırga, bir kızarmış tavuğun fırından yeni çıkmış lezzetine engel olamazdı. Bu, evrenin değişmeyen yasasıydı.

Ertesi sabah, güneş pırıl pırıl açmış, kasırga şehri sadece ıslak bir öpücükle selamlayıp geçmişti. Efe, göz altları morarmış bir halde kapıyı çaldı. Cemal'i, bisikletini temizlerken görünce nutku tutuldu.

"Sen... Sen bununla mı çıktın dün?" diye kekeledi.

Cemal, sadece gülümsedi ve boş tavuk kutusunu işaret etti. "Dostum," dedi, "Sen otelde acil durum prosedürlerini incelerken, ben doğanın gazabına ve şehrin telaşına meydan okuyarak, 'Şimşek' ile bir lezzet destanı yazdım. Rüzgar pedal oldu, yağmur şerbet. Anlatması bile lezzetli!"

Efe, başını iki yana salladı. Cemal'i asla anlayamayacaktı. Ama o turuncu, gıcırtılı bisikletin ve bir kutu kızarmış tavuğun, bir kasırga gecesini nasıl bir ziyafete dönüştürebileceğini asla unutmayacaktı.
 
Konu sahibi
Bir Düğün Akşamı

Düğün salonunun ışıltılı kapısından içeri adım attığımda, hafif bir tedirginlik ve yoğun bir merak vardı içimde. Ama yüzümde, en azından kendime göre, oldukça rahat bir ifade. Ceketimin yakasına iliştirdiğim, yol üstünde bir çiçekçiden aldığım ufak bir orkide, bu spontane ziyaretim için yeterli bir izin belgesi gibiydi.

Salon, İstanbul'un lüks semtlerinden birindeki devasa bir otelin göz alıcı balo salonuydu. Meltem, her zaman böyle yerlerde, gösterişli organizasyonlarda parlamayı severdi. İçeri girer girmez gözlerim onu aradı. Kalabalığın ortasında, bembeyaz gelinliğiyle gülümsüyordu. Yüzümde istemsiz bir gülümseme belirdi. Ardından, yanında duran, ciddi görünümlü, takım elbiseli adamı gördüm. Damat. Gülümsemem biraz söndü.

Tam o sırada, bir ses beni ürpertti. "Cem! Sen de mi buradasın?"

Sesi tanımıştım. Eski bir arkadaş, Aylin. Yanında, belki de onu bu düğüne getirecek birini bulamadığı için yalnız görünen, zarif bir hanımefendi duruyordu. Fırsatı değerlendirdim. Hızla yanlarına yaklaştım, Aylin'in yanaklarından öpüp, yanındaki hanımefendiye döndüm. Göz kırptım.

"Aylin Hanım'a kavalye olarak geldim," dedim, hafif bir latife tonuyla. "Son anda haberim oldu, üzerimdeki de bu." Aslında en iyi takım elbisemdi ama 'last minute' bir davetmiş havası vermek istiyordum. Aylin'in şaşkın bakışlarını görmezden geldim. Yanındaki hanımefendi, Nilgün, hafifçe kıkırdadı. İşe yaramıştı.

Masadaki yerimi bulduktan sonra, etrafa bakınmaya başladım. Damadın ailesinden olduğunu tahmin ettiğim, takım elbiseli, orta yaşlı bir grupla aynı masadaydım. İçimdeki pişkinlik ruh hali iyice depreşti. Onlara döndüm, gülümseyerek.

"Hayırlı olsun, gerçekten çok güzel bir organizasyon olmuş," dedim, sanki düğünün mali danışmanıymışım gibi. "Meltem her zaman böyle şık şeyleri hak ederdi."

Adamlar hafif bir şaşkınlıkla bana baktılar. Kim olduğumu bilmiyorlardı elbette. Biri, "Teşekkür ederiz, siz...?" diye sordu.

"Cem," dedim hemen, el sıkışarak. "Meltem'in... eski bir arkadaşı." 'Eski' vurgusunu özellikle yaptım. "Üniversiteden. Çok mutlu oldum bu birlikteliğe. Biraz dans edip, mutluluk dileyeceğim tabii."

Masada bir anlık bir sessizlik oldu. Sonra, konu yavaş yavaş açıldı. İşlerden, siyasete, İstanbul trafiğinden, yatırımlara kadar uzanan bir sohbete daldık. Ben, sanki düğünün sahibiymişim, onlar da misafirmiş gibi, lafı hep ben yönlendiriyordum. Ara sıra garsonların önünü kesip, "Menüde ne var acaba? Biftek mi, tavuk mu? Soslar ne durumda?" diye soruyordum. Garsonların "Misafir değilsiniz, siz kimsiniz?" bakışları içimi acıtsa da, yüzümdeki o rahat ifadeyi bozmadım.

Yemek servisi başladığında, ben masamızdaki damat tarafına, damadın halasının oğlunun iş hayatındaki başarıları hakkında fikir veriyordum. Nilgün, ara sıra bana bakıp gülümsüyor, bu da beni daha da cesaretlendiriyordu. Bir ara, damadın babasına, "Sizin için de hayırlı olsun, artık bir oğlunuz daha oldu," dedim. Adam, hafif bir tereddütle teşekkür etti.

Derken, danslar başladı. Meltem ve damat, salonun ortasında, herkesin hayran bakışları arasında dönüyorlardı. Kalbim bir an için sıkıştı. Ama hemen toparlandım. Kalktım, Nilgün'ün yanına gittim.

"Bir dansa ne dersiniz?" dedim.

Nilgün, biraz çekingen ama gülümseyerek kalktı. Dans pistinde, Meltem'in tam da yanı başından geçiyorduk. Onunla göz göze geldim. Gözleri faltaşı gibi açıldı, yüzündeki donuk ifadeyi görmek, o an için bütün bu komediyi ve trajediyi değerli kılıyordu. Bana baktı, sonra Nilgün'e, sonra tekrar bana baktı. Hafifçe başını sallayıp, dansına devam etti.

Ben de Nilgün'le dönmeye başladım. Etraftaki herkesin bize, özellikle de bana baktığını hissediyordum. Kim olduğumu merak eden, fısıldaşan insanlar. İçimde, bu absürt durumun yarattığı komik bir haz ve derin, kemirici bir utanç sarmalı vardı.

O gece, düğün bitip de salondan ayrılırken, kendimi bir anlığına boşluğa düşmüş gibi hissettim. Nilgün'le vedalaştık, belki bir daha görüşürüz dedik. Ama biliyordum ki, o geceki "kavalye" rolüm, orada sona ermişti.

Ceketimin yakasındaki orkide solmuş, buruşmuştu. Onu çıkarıp, otelin parıltılı girişindeki çöp kutusuna attım. Geriye dönüp bir daha bakmadım. Dışarı çıktığımda, İstanbul'un serin akşam havası yüzümü okşadı. Gülümsedim. Hem komik hem hüzünlü, tam bir "Düğün Akşamı"ydı. Ve ben, bu trajikomik piyesin, davetiyesiz, biraz pişkin, biraz yalnız, başrol oyuncusuyum.
 

Güzel ve Çirkin Masalı - Üç güzel kızın hikayesi (En sevdiğim hikayelerden biridir)

Çok eski zamanlarda zengin bir iş adamı ve üç kızı güzel bir köşkte yaşarmış. Tüccarın üç kızından ikisi çok şımarık biri ise çok iyi huyluymuş. İyi kalpli olan kızının adı Güzel’miş.

Günlerden bir gün bu iş adamı, çıkan bir fırtınada bütün gemilerini kaybetmiş. Elinde sadece oturdukları ev kalmış ve paraları da bitmek üzereymiş.

Bu duruma çok üzülen babaları gemilerine bakmak için uzun bir yolculuğa çıkmaya karar vermiş. Yola çıkmadan önce:

-Kızlarım benden istediğiniz bir şey var mı?, demiş

İki şımarık kızı:

-Elbise, mücevher ve ayakkabı isteriz, demişler.

Güzel ise:

-Babacığım bana bir tane kırmızı gül getirsen yeter, demiş.

Limana gemilerini görmeye giden babaları dönüş yolunda elindeki paralarını da çaldırınca çok üzülmüş ve üzüntüden yanlış yola girerek kaybolmuş. Ormana girince ileride çok güzel bir şato görmüş. Çok acıkan ve yorulan yaşlı adam içeri girip evin sahibinden ona yemek vermesini rica etmeyi düşünmüş.

İçeri girdiğinde evin boş olduğunu fark etmiş. Buna rağmen salondaki yemek masasının üzeri yemeklerle doluymuş. Yaşlı adam o kadar açmış ki masaya oturup her şeyi yemiş.

Sonra kalkıp evi gezmeye başlamış. Evin sahipleri yine ortada yokmuş. Odalardan birinde hazır yatak ve temiz giysiler bulunca onları giyip uyumaya başlamış.

Sabah kalktığında kahvaltı masası hazırmış. Kahvaltıyı da bir güzel yiyip evden çıkan adam, Güzel’in ondan istediği gülü hatırlamış. Çünkü evin bahçesi gül doluymuş.

Güllerden bir tane koparınca karşısına kocaman bir canavar çıkmış ve ona bağırmaya başlamış:

-Sana yemek ve yatacak yer verdim. Bu mu teşekkürün? Neden güllerimi çalıyorsun?

Çok korkan adam:

-Gülleri kızım istemişti, demiş.

Bunu duyan Canavar adama:

-O halde o kızın gelip benimle yaşayacak. Eğer gelmezse seni öldürürüm, demiş.

Adamcağız çok üzgün ve korkmuş bir halde evden çıkıp yola koyulmuş. Evine vardığında olanları kızlarına anlatmış ama bencil olan kızları buna hiç aldırmamış. Güzel ise:

-Sen sakın üzülme ben gider o canavarla yaşarım, demiş.

Babası istemeyerek bunu kabul etmiş ve Güzel’le birlikte şatoya gitmiş. Canavar Güzel’i görünce:

-Buraya kendi isteğinle mi geldin?, demiş.

-Evet, diye cevap vermiş Güzel.

-Tamam, artık baban gidebilir. Burada yalnız kalacaksın, demiş.

Gece odasında korkuyla uyuyan Güzel, sabah uyandığında baş ucunda; yeni giysiler, hazır kahvaltı ve mis gibi kokan güller bulmuş.

Her gün mis gibi kokan güller ve hediyeleri yanında bularak uyanan Güzel, artık Canavar’dan korkmuyormuş. Canavar’ın aslında iyi kalpli biri olduğunu anlamış ve o da Canavar’a değer vermeye başlamış.

Bir gün uyandığında baş ucunda bir not bulmuş:

- İstediğin her şey benim için emirdir.

Güzel, içinden babasını görebilmeyi dilemiş. O sırada karşısındaki aynada babasını görmüş. Babası çok hastaymış ve kardeşleri ona doğru düzgün bakmıyorlarmış.

Canavar’a gidip:

- Ne olur babamı görmeme izin ver, demiş.

- Gidersen dönecek misin?, diye sormuş canavar.

- Tabii ki, sana söz veriyorum, diye cevap vermiş Güzel.

- Eğer dönmezsen hastalanır ve ölürüm, demiş Canavar.

Güzel’e bir yüzük veren canavar, dönmek istediğinde bu yüzüğü yatağının yanı başına koymasını söylemiş. Ertesi gün babasının evinde uyanan Güzel, babasına sarılmış. Babası artık dönmesini istemediğini onu çok özlediğini söylemiş.

Güzel, babasına Canavar’ın iyi biri olduğunu anlatınca babası dönmesine razı olmuş.

Bu sırada Güzel'in güzel kıyafetler ve takılarla geldiğini gören kız kardeşleri onu kıskanıp dönmesini engellemeye karar vermiş. Ağlayarak dönmesini istemediklerini söylemişler ve onu kalmaya ikna etmişler.

İki hafta geçmiş ve Canavar’a dönmeyen Güzel vicdan azabı çekmeye başlamış. Gece uyuduğunda da bir rüya görmüş. Rüyasında Canavar’ı cansız bir şekilde bahçede yatarken görmüş. Hemen yüzüğünü baş ucuna bırakıp uyumuş. Uyandığında Canavar’ın evindeymiş.

Her yerde Canavar’ı aramış ama bulamamış. En son çare bahçeye çıkmış. Güllerin arasında cansız yatıyormuş Canavar. Canavar’ın öldüğünü düşünen Güzel ağlamaya başlamış.

- Ne olur ölme ben seni çok seviyorum, demiş.

Bir anda her yer ışıldamış ve Canavar çok yakışıklı bir prense dönüşmüş.

Prens, bir cadı tarafından canavara dönüştürüldüğünü ve tekrar prens olabilmesi için birinin ona aşık olması gerektiğini anlatmış. Sonra da Güzel’e evlenme teklif etmiş hemen oracıkta.

Prens ve Güzel evlenmişler ve çok mutlu bir hayat yaşamışlar. Bu masal da mutlu sonla bitmiş.
 
Son düzenleme:
Konu sahibi
Bahtsız Aşık ya da Gitarımın Tek Telinden Çıkan Hüzün

Cem, kendi kafasında yakışıklı, kültürlü ve biraz bohem bir adamdı. Dışarıdan bakıldığında, ortalama bir ofis çalışanından farksızdı aslında. Ama iç dünyası, Victor Hugo'nun romanları, Wenders'in siyah-beyaz filmleri ve kendi başına gelmeyen aşk maceralarıyla doluydu. Bahtsızlığı, aşk konusunda neredeyse bir efsane olacak seviyedeydi.

Reddedilişler, onun için artık bir ritüeldi. Bir keresinde, ofisteki stajyer kıza, "Senin gözlerinde kaybolmak, Dante'nin Beatrice'ini anlamak gibi," diye bir mesaj atmıştı. Cevap olarak, "?? Kimsiniz?" yazıp, iki gün sonra da Cem'i Instagram'dan engellemişti. Mesajlarına cevap gelmemesi, onun için olağan bir iletişim biçimi haline gelmişti. Gönderdiği "Günaydın, kahveni nasıl alırdın?" mesajları, dijital bir kara delikte kaybolup giderdi.

Ortamlardan dışlanması ise bir sanat formuydu. Arkadaş grubunun buluştuğu bara gittiğinde, herkes yer değiştirir, sanki Cem'in yanında görünmez bir manyetik alan varmışçasına masanın diğer ucuna kayarlardı. O ise bu durumu, "Yalnız kurda yer açıyorlar," diye yorumlayarak içinden bir teselli bulmaya çalışırdı.

Ama Cem asla pes etmezdi. Reddedilmek, onun için bir son değil, yeni bir maceranın başlangıcıydı. Elinde olmayan davetiyelerle gittiği düğünlerde, "Ben damadın uzaktan akrabasıyım," deyip, gelinin arkadaşlarına, varoluşsal sancılar ve hayatın anlamı üzerine nutuklar atmaya çalışırdı. Kız gruplarının oturduğu kafelere tek başına gider, yan masaya ilişir ve bir şekilde muhabbete dahil olmak için elinden geleni yapardı. Bir keresinde, yan masada kahkahalar atan üç kıza dönüp, "Özür dilerim, şu an çok derin bir şiir yazıyorum da, 'melankoli' yerine 'melankoli' mi, 'hüzün' mü kullansam? Sizce hangisi daha güzel?" diye sormuştu. Cevap olarak soğuk bir bakış ve garsonu çağırmalarını almıştı.

Son çare olarak, hayatında hiç nota bilmediği halde, ikinci el bir gitar almıştı. "Müzik, ruhun dilidir," diye düşünüyordu. Belki de eksik olan, ona hayranlıkla bakacak bir dinleyici kitlesiydi. Gitarıyla, bir arkadaşının doğum günü partisinde, herkesin ortasında, kendinden geçerek, yarım yamalak çaldığı bir akor eşliğinde, bir şarkı mırıldanmaya başladı. Sözleri, "Senin gözlerin bir okyanus, ben ise kıyısına vurmuş bir deniz yıldızı," gibi bir şeydi. Ortam bir anlığına dondu. Sonra, birisi müziği açtı, bir başkası Cem'in elinden kibarca gitarı aldı ve bir üçüncüsü ona bir kola uzattı. O gece, Cem'in trajikomik hikayesine bir yenisini daha eklemişti.

Eve döndüğünde, duvara astığı fötr şapkasının altındaki gitarına baktı. Bir an, gitarın tek telinin, onun bahtsız ruh halini yansıtır gibi hafifçe sızladığını duyar gibi oldu. Belki de aradığı aşk, dışarıda, kalabalıkların arasında değildi. Belki de, bu trajikomik arayışın kendisi, yazmaya çalıştığı hikayenin ta özüydü. Bir iç çekti, bilgisayarını açtı ve başlığı attı: "Bahtsız Aşkın Komedisi ve Bir Gitarın Trajedisi." Belki de gerçek aşk, onu yaşayamayan ama en güzel şekilde anlatabilenindi.
 
Konu sahibi
Tüy ve İnat Diyarında Bir Aşk Mülahazası

Muhayyel bahçelerinde yalnızca lale ve sümbül yetiştiğini zanneden güvercin ruhlu kız, kanatlı bir kasırganın, yani aşkın, onu alıp gündelik hayatların sıradan mutfağına indirdiği vakit, hakikatin yalnızca yeşilliklerden ibaret olmadığını idrak etmekte gecikmemişti. Onun aşkı, Ethem, mutfak sanatlarının nâzım bir neferi, damak tadının sözüm ona mütehassıs şövalyesiydi. Hayatı, Lezzetin kitabını yazma iddiasıyla, fırınlanmış, kızartılmış, buğulanmış ve sotelenmiş hülyalarla geçmiş bir adam.

Evi, bir tavuk imalathanesini andırırdı; havanın bile buğusuna işlemişti tüysüz kanatların kokusu. Her akşam, bir ritüel edasıyla, masaya "altın başaklarıyla süslenmiş" bir horoz daha kurulur, Ethem'in "Bu akşamki şaheserim!" narasıyla başlardı mahşer. Kız ise, tabağında bir ceviz büyüklüğünde bir şeyler, belki bir nohut yeşili kadar bezelye, belki de havuç turuncusu bir çiçek yaprağı ile, o karnaval sofrasında bir sessiz ada misali otururdu.

Bir gün, Ethem'in sabrı, tıpkı fırındaki tavuğun derisi gibi, çatladı. "Sevgilim," dedi, sesi kaynamış yağın cızırtısı kadar keskin, "Bu diyarda her gün tavuk yenir. Bu, değişmez bir kanundur. Senin o yeşil sığınaklarından çıkıp, gerçek lezzetler diyarına ayak basmanın vakti gelmedi mi hâlâ?"

Kız, gözlerinde filizlenen bir hüznü, bir ıstırap çiçeğini saklarcasına, "Benim dünyamda et yok," dedi, sözleri bir ırmağın şırıltısı kadar yumuşak ama bir o kadar da kararlı, "Senin dünyan ise yalnızca onunla var. Nasıl buluşsun bu iki kıta?"

Ethem, Gurme unvanını kuşanmış bir adam olarak, cevabı hazırladı: "Bak," dedi, bir bilge edasıyla, "Ben bu yemek işlerinin gurusuyum. Sebzeyi de bazen yerim, hatta mükemmel pişiririm. Ama mesele, hayatı bütün renkleriyle kucaklamak. Bu ilişki, senin o tekdüze yeşil diyetin yüzünden yürüyemez. Bir parça tavuk, aramızdaki sevginin mihenk taşıdır."

O an, mutfağın havası, hem yağ buharıyla hem de kesif bir dramla ağırlaştı. Kız, sevdiği adamın gözlerinde, kendisini değil, bir zafer heykelini gördü. Onun bazen yenen sebzelerden, kendi asla yenmeyen tavuklarına uzanan o çarpık mantığı, aşkı bir pazarlık masasına çevirmişti. Ethem'in gurme lafları, beylik cümleleri, havada süzülüp mutfak duvarlarına yapışıyor, geriye yalnızca bir "Ya benimlesin, ya da değilsin" ültimatomu kalıyordu.

Nihayetinde o güvercin ruhlu kız anladı ki, bazı aşklar, en süslü kelimelerle bile anlatılsa, midesi ve kalbi aynı anda bulanıyorsa, bir hiç uğruna feda edilemezdi. Belki de gerçek gurmelik, bir tabağa değil, bir kalbe saygı duymakta gizliydi.
 
Konu sahibi
Lord Alistair

Dışarı adım attığı her an, bir törendi onun için. Giyimi, bir İngiliz centilmeni ile bir Milano moda evinin kesişim noktasıydı. Takım elbiseleri, vücuduna öyle ısmarlanmış gibi durur, gümüş bir bastonun asaleti olmasa da, onun yerini tutan deri bir evrak çantasını asla yanından ayırmazdı. Kaldırımlarda yürüyüşü ise, rüzgarda sallanan bir servi ağacının zarafetini andırırdı; her adımı ölçülü, her hareketi bir koreografi ürünü. İnsanlar onu gördüklerinde, farkında olmadan yol verir, o geçene kadar nefeslerini tutarlardı.

Ancak bu mükemmel dış kabuğun içinde, daha da titizlik isteyen, beslenmeyi bekleyen narin bir ego yaşardı. Kalbi, endemik bir çiçek misali, nadir bulunan ve özel koşullar isteyen bir türdü. Sıradan iltifatlar, onun için çölde bir damla su gibi yetersiz ve buharlaşıp giderdi. "Güzel gözlerin var" veya "Yakışıklısın" gibi cümleler, onun ruhuna inen bir balyozdan farksızdı. O, "Firavunların hazinelerindeki zümrütleri andıran bakışların" ya da "Eflatun'un idealar dünyasından sızan bir zarafetin senin bedeninde vücut bulmuş hali" gibi, üzerine düşünülmüş, süslü püslü, edebi metinlerde yer alabilecek övgüler beklerdi.

Bu beklentinin muhatabı ise, güzel ve çekici olmasına rağmen, Alistair'in yanında hep bir gölge gibi duran nişanlısı, Elara'ydı. Bir akşam, mum ışığının yaldızlı şamdanlarda dans ettiği lüks bir restoranda, Elara ona içten bir iltifat etmişti: "Bu gece çok karizmatik görünüyorsun, sevgilim."

Alistair'in kaşları, hafifçe, bir mimikten öte bir trajediyi anlatırcasına çatıldı. Bastonu değil ama, çantasını düzeltmek için elini uzattı. "Karizmatik," diye tekrarladı, kelimeyi ağzında bir şeker gibi eritirken ama onun tadını beğenmemişçesine. "Sevgili Elara, 'karizmatik' sıfatı, biraz siyasetçiler ve televizyon sunucuları için değil midir? Sanki biraz daha sıradan, biraz daha... gündelik kaldı. Ben senin dilinden, mesela bir 'Nijinsky'nin çıkış anındaki o ölümsüz zarafet' gibi bir benzetme duymayı umardım. Bu tür sözler, ruhumu, ancak Venedik'te bir gondolun suda bıraktığı iz gibi okşar."

Elara'nın yüzündeki tebessüm, bir anda dondu. Gözlerinde, bir yaprak gibi titreyen ışıltı söndü. Alistair ise, bu suskunluğu bir onay, hatta bir pişmanlık olarak yorumladı. Hafifçe iç çekti, parmağının ucuyla şarap kadehinin ayağını okşayarak, ölümcül bir şaka yapar gibi ekledi: "Biliyorsun, sevgilim, bir ilişki, tıpkı nadir bir orkide gibidir. Onu besleyen su, samimi ve derinlikli hayranlıktır. O su bulunmazsa, çiçek solar, solar ve... en sonunda rüzgara karışıp gider."

Ertesi gün, en yakın dostu, belki de tek tahammül edebildiği insan olan Arthur'u, yine aynı restoranda kahve içerken buldu. Alistair, koltuğuna sanki dünyanın bütün ağırlığını taşıyarak yerleşti. Yüzündeki ifade, bir filozofun dünyanın anlamsızlığı karşısındaki melankolisini yansıtıyordu.

"Arthur," diye başladı, sesi bir kontrbasın en pes notaları kadar derinden. "Bu dünyada samimiyet diye bir şey kaldı mı? İnsanlar, etraflarındaki mükemmelliği takdir etmekten acizler. Gölge etmesinler, başka ihsan istemem, derdi Diyojen. Ben ise diyorum ki; 'Gerçek bir iltifat etsinler, başka bir şey istemem.' Ama bu kadarı dahi onların kıskanç, sığ ruhlarına ağır geliyor. İnsan, bu cehalet ve haset sarmalında usanıyor Arthur, usanıyor."

Arthur, arkadaşının bu lüks ıstırabını, yıllardır dinlediği bir senfoni gibi sessizce dinledi. İçinden, Alistair'in gerçek bir sevgiye değil, sürekli tazelenmesi gereken bir aynaya ihtiyacı olduğunu düşündü. Çünkü Lord Alistair, kendisini sadece başkalarının -ve özellikle de Elara'nın- hayran bakışlarında, abartılı övgülerinde bulabiliyordu. Onun için sevilmek, övülmekle eşdeğerdi ve bu övgüler de ancak en seçkin, en nadide kelimelerle bezendiğinde bir anlam ifade ediyordu. Gerçek dünyanın sıradanlığı, onun kendi hakkında kurduğu muhteşem tabloya asla yaklaşamazdı. Ve o, bu tabloyu korumak uğruna, yanındaki tüm gerçek kalpleri feda etmeye her an hazırdı.
 
Konu sahibi
Balkon

Muhsin Bey'in hayatı, bir sabah uyandığında, tıpkı kahvesinin yanında bıraktığı bayat simit gibi, kupkuruydu. Evliliği, bir zamanların nağmeli şarkısının son notaları unutulmuş, geriye sadece bir gürültü yığını kalmıştı. Eşi Feride Hanım'la aynı havayı solumak bile göğsüne ağır bir taş gibi oturuyordu. Sessizlikleri bile kavga eder gibiydi, keskin ve incitici.

Derken, bir kaçış planı filizlendi yüreğinde. Tıpkı bir gençlik rüyası gibi, ama bu sefer kaçtığı şey gençliğin ta kendisiydi. Bir üst kata, komşusu Cem'in yanına taşındı. Cem, bekâr, sakin, hayatı ekran başında zaferler kazanmak üzerine kurulu bir genç adamdı. Muhsin Bey'in orta yaş bunalımı, Cem'in oyun konsolunun ışıltılı dünyasında eriyip gitti. Akşamlar, artık kadın seslerinin tiz çığlıklarıyla değil, sanal savaş alanlarındaki silah sesleri ve zafer çığlıklarıyla doluydu. Playstation'ın kablosuz kumandaları, hayatının en sağlam tutamağı olmuştu.

Ama asıl tatmin, dijital dünyadan değil, balkondan geliyordu. Muhsin Bey için Cem'in balkonu, bir sahne, bir sığınak, bir silahtı. Her sabah, Cem'in balkonundaki kahvesini yudumlarken, aşağıdaki kendi eski hayatını seyrederdi. Bir gün, Cem'in elinde temizlik için serilmiş bir halıyı görünce, içinde bir fırtına koptu. Bu, söyleyeceklerini söylemek için beklediği işaretti.

Halıyı iki eliyle kavradı, balkonun korkuluklarına serdi. Sonra, bir opera sanatçısı edasıyla, tüm gücüyle silkelenmeye başladı. Toz bulutları, öfkesinin görünür temsili gibi, aşağıya, kendi balkonuna, Feride Hanım'ın üzerine yağıyordu. Feride Hanım, yüzü asık, yukarı baktı.

"Bak," diye seslendi Muhsin Bey, sesi yapay bir neşeyle süslenmiş, altı oyuk bir zafer çığlığı gibi. "Görüyor musun oğlum Cem'in balkonunu? Pırıl pırıl! Bir toz tanesi bile yok. Ama senin şu aşağıdaki balkonuna bak! Kir pas içinde. İnsan birazcık temiz, düzenli olur."

Feride Hanım'ın dudakları büzüldü. "Kendi evinin halısını, başkasının balkonunda silkeleyip, karına laf atma cüretini nereden buluyorsun Muhsin?"

Muhsin Bey, silkelenen halıdan yükselen tozu, bir zafer dumanı gibi seyretti. "Ev mi?" diye sordu, sesi artık soğuk ve mesafeliydi. "O artık benim evim değil. Benim kapılarım, artık münakaşalara kapalı. Ben buradayım. Burada, temiz hava var, huzur var, playstation var. Aşağısı artık geçmiş."

İçeri, Cem'in sığınağına döndü. Dışarıda, onun attığı sözler ve halıdan düşen toz taneleri, aşağıdaki balkonu, terk edilmiş bir hayatın sembolü gibi kirletmeye devam ediyordu. Muhsin Bey, kumandayı eline aldı. Gerçek hayatın karmaşasından kaçmış, dijital bir dünyada ve bir komşunun balkonunda inşa ettiği sahte bir kalenin içine saklanmıştı. Ve belki de farkında değildi; sildiği halıdaki tozlardan çok daha beter bir kirlilik, yüreğine, tam oracıkta, ihanetinin ve kaçışının tohumlarıyla birlikte sinmişti.

Muhsin Bey'in "Bekâr" hayatı, apartman sakinlerinin kulağına fısıldanan bir efsane gibi yayılmaya başlamıştı. Artık sadece Cem'in playstation seansları ve balkondan atılan nüktelerle sınırlı değildi hayatı. Cem'in düzenlediği, bira ve cips eşliğindeki oyun gecelerine, binanın diğer bekâr sakinleri de katılıyordu. Bunların arasında en dikkat çekici olanları, 5. kattaki mimar Elif Hanım ve 3. kattaki genç ve girişimci Zeynep'ti.

Muhsin Bey, orta yaşın verdiği olgunluğu, playstation becerisiyle birleştirince, beklenmedik bir cazibe merkezine dönüşmüştü. Elif, onunla "Red Dead Redemption 2"de vahşi batıyı fethederken, Zeynep, "FIFA" turnuvalarında onu yenmek için can atıyordu. Muhsin Bey, bu ilgiden başı dönmüş bir ergen gibi keyif alıyordu. Gömleklerini ütületmiş, kolonya kullanmaya başlamıştı. Eski evindeki o ağır hava, yerini genç kadınların kahkahaları ve oyun seslerine bırakmıştı.

Aşağıda, Feride Hanım ise bu değişimin sessiz ve öfkeli tanığıydı. Penceresinden, Elif'in kahkahasını duyuyor veya Zeynep'in neşeyle asansöre binerken, "Hadi Muhsin Bey, bu maçı alacağız!" dediğini işitiyordu. İçi, kıskançlık ateşiyle kavruluyordu. Onca yıllık evlilik, paylaşılan hatıralar, bir anda balkondan sallanan bir halı gibi silkelenecek, üzerine "bekâr" komşuların tozları serpilecek kadar değersiz miydi?

Bir akşamüstü, dayanamayıp balkona çıktı. Yukarıdan, Cem'in balkonundan, Muhsin Bey'in sesi ve Elif'in tatlı kahkahası geliyordu. İçi sızladı. Eline bir saksı aldı, belki bir "kaza" sonucu düşürmenin hayalini kurdu. Ama yapamadı. Onun yerine, daha incelikli bir plan yapmaya karar verdi.

Ertesi gün, marketten dönerken asansörde Elif ile karşılaştı. Laf arasında, "Muhsin çok keyifli, değil mi?" dedi Elif içtenlikle. "Ne kadar kültürlü adam."

Feride, bıçak gibi keskin bir gülümsemeyle, "Ah, evet," dedi. "Özellikle gece horultusu meşhurdur. Bir de, çoraplarını nereye attığını asla bulamaz. Ama siz gençlersiniz, size bir şey olmaz. Belki siz alışırsınız, biz onca yılda alışamadık işte."

Elif'in yüzündeki sıcak gülümseme dondu.

Bir başka gün, Zeynep'e bahçede rast gelmişti. "Muhsin Bey'in FIFA'daki hünerlerini duydum," dedi Feride, ballandıra ballandıra. "Evdeyken de çok oynardı. Tabii o zamanlar elektrik faturası gelince küçük krizler geçirirdik. Neyse ki sizde faturaları paylaşıyorsunuzdur, daha hafif gelir size."

Zeynep'in kaşları çatıldı. Muhsin Bey'in "rahat ve keyifli" imajı, Feride'nin zehirli iğneleriyle delik deşik oluyordu.

Bu entrikalar işe yaramaya başlamıştı. Elif ve Zeynep, Muhsin Bey'e biraz daha mesafeli davranıyor, onunla vakit geçirirken Feride'nin sözleri zihinlerinde yankılanıyordu.

Derken, Cuma akşamı oldu. Muhsin Bey, her zamanki gibi Cem'in kapısını çaldı. Kapıyı Cem açtı, yüzünde garip bir ifade vardı. Salona geçtiğinde, ne Elif vardı ne de Zeynep. Sadece, Cem ve sessizlik.

"Ne oldu?" diye sordu Muhsin Bey, hayal kırıklığına uğramış bir şekilde.

Cem, omuz silkti. "Dün Elif Hanım'la karşılaştım. Senin hakkında... bazı şeyler söyledi. Horultundan, dağınıklığından filan bahsetti. Zeynep de elektrik faturasından dem vurdu. Galiba... karı-koca muhabbeti gibi geldi onlara. Biraz soğudular."

Muhsin Bey, Cem'in balkonuna çıktı. Aşağı baktı. Feride, kendi balkonunda, bir çiçeği suluyordu. Başını kaldırıp Muhsin Bey'e baktı. Gözlerinde, zafer değil, derin, kemirici bir kıskançlık ve hüzün vardı. Yaptığı entrikalar, onu mutlu etmemiş, sadece yalnızlığını daha da derinleştirmişti.

Muhsin Bey anladı. Kaçtığı şey, sadece evliliği değildi. Kaçtığı şey, kendisiydi. Ve Feride, onu "kurtardığını" sandığı bu yeni hayattan, aynı zehirli dokunuşlarla onu tekrar yalnız bırakarak intikam alıyordu. Balkondan atılan laflar ve silkilen halılar, aslında hiç bitmeyen bir savaşın, evliliklerinin enkazı üzerinde sürdürülen amansız bir mücadelenin sadece birer sembolüydü. Ve bu savaşın galibi yok gibi görünüyordu; sadece, her geçen gün biraz daha yıpranan iki yürek vardı.
 
Konu sahibi
Kuşçu

Dükkânın camekânına, "Aurelius Kuş Evi" yazısını, Stoacı bir ağırbaşlılıkla yazdırmıştı. İçeri adımını atan her müşteri, tüylü bir kaosun ortasında, sükûnetin ta kendisi olan Cemal Bey'le karşılaşırdı. Sakalının her teli, Descartes'ın "Düşünüyorum öyleyse varım"ının mürekkebiyle boyanmış gibiydi. Müşterileri selamlarken, "Hoş geldiniz, ruhunuzun aynasına bir parça canlı renk mi arıyorsunuz?" derdi. Bu, onun ilk filozofvari çıkışı olurdu.

Bir gün, kanaryaların ötüşü eşliğinde hayatın anlamını sorgulayan genç bir üniversiteliye, Schopenhauer'ın "İsteme ve Tasarım Olarak Dünya"sından dem vurmuş, "Şu sarı tüylü arkadaşın şakıması," demişti, "iradesiz bir coşkunun, kozmik bir arzunun tezahürüdür. Onun özgürlüğü, kafesin telleri arasındaki mesafeden ibarettir, tıpkı bizimki gibi." Genç adam, gözleri fal taşı gibi açılmış, bir kanarya satın almak için neredeyse ceketini rehin bırakacak hale gelmişti. Cemal Bey, cebine attığı parayı, "Bilgelik, maddi olanın inkârı değil, onunla kurulan diyalektik bir ilişkidir," diyerek, zarifçe mazur gösterirdi.

Ancak Cemal Bey'in dışarıdaki hayatı, dükkânındaki bu Platonik idealar âleminden müthiş bir tezattı. Akşamları dükkânın kepengini indirdiği an, filozof kılığından sıyrılır, içindeki Aristippos'u dışarı salıverirdi. Hayatın amacının haz olduğuna inanan bu Sokrates öncesi dürtü, onu şehrin lüks mekânlarına, gece hayatının karanlık ve parıltılı labirentlerine sürüklerdi. Bir akşam, bir bara götürdüğü, kendisini Nietzsche'nin "Üstinsan"ı sanan bir edebiyat öğretmenine, "Sevgili hanımefendi," diye fısıldamıştı, "siz Zerdüşt'ün değil, benim gibi bir Dionisos'un söylevlerine muhtaçsınız. Gelin, bu acımasız dünyada 'evet' diyelim hayata, bir kadeh şarapla birlikte." Bu çapkınlıkları, onun için bir tür fenomenolojik deneyim, kadın ruhunun özüne dair bir araştırmaydı.

Bu dünyevi zevkler, beraberinde kapitalist dürtülerini de kamçılıyordu. "Aurelius Kuş Evi", onun için sadece bir bilgelik yuvası değil, aynı zamanda mükemmel bir spekülasyon alanıydı. Nadir bulunan bir Cennet Papağanını, piyasa değerinin çok üzerinde, "Bu kuş, yalnızca bir tüy yumağı değil, egzistansiyal bir yalnızlığın sessiz arkadaşıdır," diyerek, varoluşsal bir krize düşmüş bir iş insanına satmıştı. Parayı sayarken yüzündeki tebessüm, kapitalizmin soğuk yüzü ile Stoacı sakinliğin garip bir karışımıydı. "Para," diye düşünürdü, "ruhun metalaşmış halidir. Ben sadece onu, daha değerli bir forma dönüştürüyorum."

Bir cumartesi sabahı, dükkânında, bir yandan muhabbet kuşlarının suyunu değiştirirken, diğer yandan telefonda yeni tanıştığı bir mimarla çıkacağı randevuyu ayarlıyordu. O sırada içeri giren, daha önce kendisine Schopenhauer'dan bahsettiği genç adam, yüzünde derin bir hayal kırıklığıyla, "Hocam," dedi, "o kanarya hiç susmuyor, gece boyu ötüşüyle beni uyutmadı. Sizin o söylediğiniz kozmik arzu, acımasız bir sesten ibaretmiş."

Cemal Bey, telefonunu sessize alarak, gence derin, anlamlı bir bakış attı. Yüzünde, hem acıma hem de bir çeşit üstünlük ifadesi vardı. "Ah, evlat," diye başladı söze, sesi yumuşak ve bilgece. "Sen, arzunun sesiyle yüzleşmekten korkuyorsun. O kuş, senin için bir ayna oldu. İçindeki kaosu, disipline edilmemiş iradeyi gösterdi sana. Bu, aydınlanmanın ilk adımıdır. Belki de sana sessiz, sakin bir Japon Bülbülü lazım. O, Zen felsefesinin yaşayan bir temsilidir."

Genç adamın gözlerinde yeniden bir ışık parladı. Cemal Bey, kasanın çekmecesini açtı, Japon Bülbülünün fiyat etiketini görünmeyen bir çeviklikle çevirdi ve daha yüksek bir rakam yazdı. O an, hem bir öğretmen, hem bir satıcı, hem de kendi iç çelişkileriyle dans eden bir modern zaman sofistiğiydi. Dükkânın kapısına astığı, "Burada Hakikat Satılır," yazılı küçük tabela, belki de söylediği her sözden daha gerçekçiydi. Çünkü Cemal Bey biliyordu ki, insanlar hakikatten çok, onun parıltılı ambalajına, onu satın alabilecekleri bir illüzyona taliptiler. Ve o, bu pazarda kusursuz bir tüccardı.
 
Konu sahibi
Duygusal İflasın Ardından Kurulan Şirket

Leyla ile Mecnun değillerdi belki, ama Elif ile Alper’in de kendilerine has, sessiz sedasız bir ahengi vardı. Ta ki perşembenin gelişine kadar. Salondaki nemli sessizliği, Elif’in titrek bir sesle attığı bomba bozdu:

"Alper... Konuşmamız lazım. Ben... ben biraz bunaldım. Belki de bir ara vermemiz..."

Cümleler yarım kalmış, havada süzülürken, Alper'in dudaklarında hafif bir tebessüm belirdi. Bu, alışılagelmiş bir hüzün veya öfke tebessümü değil, adeta bir strateji uzmanının, rakibinin hamlesini tahmin ettiği andaki bilge gülümsemesiydi.

"Anlıyorum," dedi, sesinde en ufak bir dalgalanma olmadan. "Hislerin son derece makul. Zihnin ve ruhun bir nevi izne ihtiyacı var. Saygı duyuyorum."

Elif'in iri, ela gözleri iyice açıldı. Beklediği sahneler vardı kafasında; kırılan bardaklar, feryatlar, belki dizilerdeki gibi yağmura koşuşlar... Ama bu? Bu, bir duygu şoku değil, bir iş toplantısının giriş bölümü gibiydi.

Alper, Elif'in şaşkınlığını fırsat bilerek, konuyu zarif bir manevrayla bambaşka bir kanala soktu. "Tam da bu esnada, gündemimize almak istediğim mükemmel bir fırsat var. Dediğin o meseleyi şimdilik rafa kaldır da, asıl konuşmamız gereken proje bu."

Elif, donakalmış bir halde, Alper'in cebinden çıkardığı telefonuna bakakaldı. Adam, bir duygu ekonomisti edasıyla konuşuyordu: "Bir lokanta projem var. İşlek bir caddede, mükemmel bir mekan. Menü, konsept, her şey hazır. Eksik olan tek şey, güvendiğim bir ortak ve mütevazı bir başlangıç sermayesi. Sana teklifim şu: 100 bin liranı bu işe yatırıyorsun, seni de ortak yapıyorum. Kısa vadede yatırımını katlarsın, orta vadede ise güzel bir gelir kapısın olur."

Bu noktada, Elif'in yüz ifadesi öyle bir şaşkınlık skalası çizdi ki, tüm duygular birbirine girdi. Ayrılmak üzere olduğu adam, ona gözlerinin içine bakarak, sanki yeni bir telefon modeli tavsiye ediyormuş gibi ortaklık teklif ediyordu.

Alper, Elif'in lal oluşunu yanlış yorumlayıp, sözlerini bir manifesto gibi sürdürdü: "Fazla romantik olmaya gerek yok canım. Sen gidiş vagonuna binmek istiyorsun, ben de buna hüzünlenecek değilim. Bu, hayatın doğal akışı. Sen gidersin, bir başkası gelir. Ben bir iş adamıyım, efkarlanıp naralar atarak vakit öldürecek bir lüksüm yok. Bu kadar duygusal bir enflasyonun içinde kaybolmak bana göre değil."

Sonra, gözlerinde hafif bir ışık yanarak, belki de hikayenin en unutulmaz repliğini attı: "Bu kararında hayatında başka bir müessir faktör, bir 'kalp hırsızı' falan varsa, onu da söylemekten çekinme sakın! Hatta, madem aramızda ticari bir diyalog başlattık, onu da ortak yapalım. Ne de olsa, kalbi zengin olanın, cebi de bereketlenir!"

İşte o an, Elif için dünya, bildiği tüm renklerini kaybetti. Ayrılmak istediği adam, ona bir 'kalp hırsızı'nı dahi ortak yapmayı teklif ediyordu. Bu, bir veda değil, adeta duygusal bir iflastan, yepyeni bir şirket kuruluşuna geçişin protokolüydü. Belki de aşk dediğimiz şey, Alper'in deyimiyle, sadece hisse senedinden ibaretti ve o, şimdi yeni bir portföy oluşturmanın peşindeydi.
 
Geri
Üst Alt