Tema düzenleyici

Hikayeler

  • Konbuyu başlatan Konbuyu başlatan Emir
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi
Hayallerin sözcüklere döküldüğü, karakterlerin hayat bulduğu bir sığınak. Kısa öyküler, roman bölümleri, şiirler, senaryo taslakları ve daha fazlası için açık bir sahne. Yazarak anlatmak isteyen ve dinleyen herkese açığız.


Martılar ve Kederli Balıkçı

Sahil, sabahın erken, ipince, üşengeç sisine bürünmüştü. Deniz, uykudan yeni kalkmış bir insan gibi, hâlâ dalgın ve durgundu. İskelenin tahtaları, nemden ıslak ve koyu renkliydi. Ayaklarımın altında gıcırdıyorlardı, her seferinde, sanki bir şeyler anlatmaya çalışıyor gibi.

İskelenin sonunda, kendi halinde bir sandal vardı. Mavisi solmuş, bordasından deniz yosunları sarkıyordu. İçinde, Mustafa Amca oturuyordu. Oturuyordu ya, sanki orada değildi. Elleri, dizlerinin üzerinde, öylece duruyordu. O elleri bilirdim; nasıl da çevik örerdi ağları, nasıl da kuvvetle çekerdi kürekleri. Şimdi, birer yaprak gibi titriyorlardı hafiften.

Yanına yaklaştım. Yanakları, sabah serinliğinden değil de, içinden gelen bir rüzgârla ürpermiş gibiydi. Gözleri, karşıki kayalıklara, üstünde cıvıl cıvıl bağıran martılara takılmıştı.

"Mustafa Amca," dedim, sesimi onunkinden daha kısık tutarak.

Döndü bana. Gözlerinde, derin kuyulardan çekilmiş gibi bir hüzün vardı. "Gel oğul," dedi, "gel de şu martılara bak bir. Ne güzel bağırışıyorlar değil mi?"

"Evet," dedim, "neşeli gibiler."

"Gibiler," diye mırıldandı. Sonra, cebinden buruşuk bir paket çıkardı. İçinden bir sigara sardı. Tütünün bir kısmı avucuna döküldü. "Gördün mü," dedi, "bak, tütün bile dökülüyor elimden. Eskiden bir çırpıda sarardım. Şimdi... Şimdi her şey dökülüyor elimden. Ağlar, oltalar, umutlar..."

Bir martı, tam burnumuzun dibine kondu. Beyaz, gözü pek bir şeydi. Bizi süzdü. Mustafa Amca, cebinden bir parça ekmek çıkardı. Ufalayıp, martıya doğru attı. Martı, hiç korkmadan, geldi, gagaladı ekmeği.

"Onlar," dedi Mustafa Amca, "hiç yalnız kalmaz. Hep böyle sürü halinde gezerler. Biri bir şey bulsa, ötekine haber verir. Biz insanlar... Biz kocaman bir evde, kocaman bir yatakta yatsak da, yalnızız işte."

İçimi bir sızı kapladı. Hatırladım; geçen kış, Mustafa Amca'nın karısı vefat etmişti. Kırk yıllık yoldaşıydı. O günden sonra sandalına, denize, martılara sarılmıştı. Ama deniz bile ıslatmıyordu içini, martıların sesi bile dolduramıyordu evinin içindeki o koca boşluğu.

"Bir şeyler içelim mi?" diye sordum.

"İçelim," dedi. Ama hareket etmedi. Gözü, yine kayalıklardaydı. Martılar, bir anda hep birlikte havalandılar. Gök, bir anlığına beyaz kanatlarla doldu. Sonra dağıldılar, uzaklara doğru.

"Gittiler," dedi Mustafa Amca. "Herkes gider işte. Her şey biter."

Sandala, sessizce oturdum yanına. Tahtalar, bir kez daha gıcırdadı. Belki de, "Üzülme," diyorlardı. Ya da, "Biz buradayız," diyorlardı. Bilmem.

Deniz, artık biraz daha canlanmıştı. Küçük, mavi, nazlı dalgacıklar, iskelenin ayaklarına vuruyor, sanki onu da çağırıyorlardı. Mustafa Amca, sigarasından bir nefes çekti. Dumanı, sabah sisine karıştı, gitti.

"Şu denize bak," dedi. "Her gün aynı. Ama her gün başka. Benim gibi değil. Ben, her gün aynıyım. Ama içimdeki deniz, bir daha asla aynı değil."

O zaman anladım ki, Mustafa Amca'nın tuttuğu balıklar değildi sadece. O, denizin dibindeki hüznü, kaybolan kahkahaların yankısını, bir daha geri gelmeyecek olanın hasretini tutmaya çalışıyordu ağlarıyla. Ve o gün, ağlar boş dönse de, o, yine de gelecek ve martılara ekmek atacaktı. Belki de bir gün, bir martı, onun avucundan yemek yiyecek kadar yaklaşacaktı. İşte o zaman, belki, içindeki buzlar da birazcık eriyecekti.

Sessizce kalktım. Arkamdan, tahtalar yine gıcırdadı. Dönüp baktığımda, Mustafa Amca'nın, hâlâ martıların gittiği yere baktığını gördüm. Sırtı bana dönüktü. Ve o sırt, bütün dünyanın yükünü taşıyor gibiydi.
 
Konu sahibi
Derya Kuzusu

Ah, o gün, balık pazarına sıradan bir sis çökmüş değildi. Bu, denizden kopup gelen, tuzlu, iyotlu, hikayelerle yüklü bir pus’tu. İşte o pusun içinden, bir gölge gibi süzüldü Rıfkı Bey. Lacivert, eski fakat şık bir paltosu, elinde gümüş başlı bir bastonu vardı. Yürüyüşü, bir zamanların kaptanına yakışır şekilde, hafifçe yalpalıyor, sanki hâlâ güvertede sallanıyormuşçasına, vakurdu.

Pazara adımını atar atmaz, havadaki neşeli curcuna dindi. Balıkçıların "taze geldi, körfezin incisi!" nidaları, onun bakışlarıyla kesildi. Gözleri, bir fırtına öncesi deniz gibi, kurşuni ve derindi. Bir tezgahın önünde durdu. Parıldayan, iri, beyaz etli balıklara baktı. Tezgahtar, "Buyurun Rıfkı Bey, derya kuzusu, bugünün en güzelleri," diye seslendi neşeyle.

Rıfkı Bey'in yüzü, bir anda gerildi. Bastonunu, sanki güvertede isyan eden bir tayfaya işaret eder gibi, o masum balıklara doğru salladı. Sesi, bir çanak gürültüsünü andırıyordu; tok, titrek ve yüklü.

"Bu söze mukayyet ol genç adam!" diye gürledi. "Bunlar... bunlar derya kuzusu değil! Bu, denizlerin en büyük yalanı! Bu, masumiyetin üzerine atılmış bir iftira!"

Sustu. Pazar, derin bir sessizliğe gömülmüştü. Herkes, Rıfkı Bey'e dönmüş, onun ağzından çıkacak kelimeleri bekliyordu. O, parmağını, şimdi balıkçıların yüzüne doğru sallayarak konuşmaya devam etti. Her bir kelimesi, bıçak gibi keskin, öfke ve kederle yoğrulmuştu.

"Ben," dedi, "ömrümü o mavi uçurumlarda, o yeşil karanlıklarda geçirdim. Fırtınalarla dans ettim, balinaları selamladım, denizkızlarının şarkılarını dinledim. Derya kuzusu, o müstesna lezzet, okyanusun en derin, en soğuk, en ıssız mabedlerinde yaşar. Onu avlamak, bir ayin gibidir; sabır, hürmet ve kadirşinaslık ister. Onun pulları, gümüşten zırhtır; gözleri, derinliğin bilgeliğiyle parlar."

Sesi yükseldi, bir kasırga öfkesiyle:

"Peki siz? Siz ne yapıyorsunuz? Sularımızı tüketen, kıyılarımızı kirleten, o kutsal mabedi yağmalayan sürülerden avladığınız bu sıradan, bu bayağı balıklara, o mukaddes ismi nasıl cüret edip takarsınız? Bu, bir aldatmacadır! Bu, geçmişe, denizlere ve benim hatıralarıma ihanettir!"

Tehditleri, havada şimşekler gibi çakıyordu. "Bu ismin arkasına sığınarak halkı iğfal etmeye devam ederseniz, size yazıklar olsun! Vicdanınız, bir oltanın ucunda kıvranan bu zavallı balıklar gibi çırpınacak! Rüzgar, dualarınızı duymayacak! Deniz, size olan borcunu, bir daha asla ödemeyecek!"

Konuşması bitmişti. Nefes nefese kalakalmıştı. O eski denizci, yalnızca bir balık için değil, kaybolan bir aşk, kirletilen bir mazi, unutulan bir saygı için isyan ediyordu. Paltosunun yakasını toparladı, döndü ve o vakur, yalpalı yürüyüşüyle, içinden çıktığı puslu koridora, geçmişin derinliklerine doğru süzülüp gitti.

Arkada, donakalmış balıkçılar ve tezgahlardaki, artık adı konulamayan balıklar kaldı. Rıfkı Bey gitmişti, fakat onun fırtınalı sözleri, pazarda, tuzlu bir serinlik, derin bir sükut ve asla dinmeyecek bir sorgulama olarak asılı kaldı.
 
Konu sahibi
Balkondan Süzülen İkarus

Site, betonlaşmış uykusunun hiç bölünmediği, rutinin kutsal bir tören gibi yaşandığı alelade bir krallıktı. Ta ki, 6 numaralı binanın üçüncü katındaki balkon, sıra dışı bir atletin podyumuna dönüşene kadar. Adına Mithat denen bu adam, günün ilk ışıklarıyla birlikte, balkonun demir parmaklıklarını bir Olimpiyat atlama havuzunun kenarı gibi görürdü. Pijamalarından sıyrılıp, vücudunu sıkıca saran atletik kıyafetleri giymesi bile bir ritüeldi. Sonra, uzun, esnek bir sırığı eline alır, bir an için dünyayı unutur, derin bir nefes çeker ve balkonun eşiğinden, boşluğa, yerçekimine meydan okurcasına atlardı.

Bu teatral sahne, sitenin sabit seyircileri için bir şoktu. Çaylarını yudumlayan emekli dayılar, kahvenin ahşap verandasından bu absüdlüğü izler, başlarını hayretle sallarlardı.

"Bak şu züppeye," diye mırıldanırdı bıyıkları çimen sarısı bir dayı, tesbihinin tanelerini öfkeyle şakırdatarak. "Kaç yaşına gelmiş, balkondan balkona sırıkla atlıyor. Sanki Olimpiyatlar bu sitede yapılacak!"

"Gençliğinde bir şeyleri kaçırmış belli ki," diye eklerdi bir diğeri, gözlüklerinin üzerinden bakarak. "Şimdi geçmişin telafisi peşinde. Ama bizim begonvillerin üzerinden atlarken bir gün düşüp belini kıracak, o zaman görürüm ben onun atlet edasını!"

Ancak Mithat, bu fısıltılı senfoniyi, bu eleştiri oklarını görmezden gelmekte kararlıydı. Onun gerçekliği, sitenin dar sokaklarında değil, zihninde kurduğu o muazzam stadyumdaydı. Çimleri, antrenman pisti; çocuk parkındaki demirleri, jimnastik aleti; kendi balkonunu ise kutsal bir başlangıç noktası olarak görüyordu. Güllesi, yani eski, paslanmış bir dambılı, onun için sadece bir ağırlık değil, fırlatılması gereken bir meydan okumaydı.

Ta ki o yaz akşamüstüne kadar. Mithat, özenle hazırlanmış atış alanında (sitenin arka otoparkı), güllesini kaldırdı, vücudunu bir burgu gibi döndürdü ve tüm gücüyle, metal topu gökyüzüne doğru fırlattı. Gülle, umulmadık bir yay çizdi, havada ölümcül bir kuş gibi süzüldü ve tam da emekli dayıların hüküm sürdüğü kahvenin pencere camına doğru bir meteor gibi daldı.

Şangır!

Cam, binlerce parçaya ayrıldı. İçerideki dünya bir an için dondu. Havada uçuşan bardak sesleri, çay kaşıklarının şıkırtısı yerini, kalın bir sessizliğe bıraktı. Ardından, bir volkan patladı. Öfke, kahveden dışarı taştı. Kıpkırmızı yüzlü, ellerinde hâlâ tesbih ve pipolarıyla, bir grup emekli dayı, suçlunun peşine düştü.

"Tutun şu zibidiyi!"
"Bizim camı kırdı, hadi arkadaşlar!"
"Olimpiyat mı yapıyormuş, gösterelim biz ona!"

Mithat, ilk şaşkınlığın ardından, içgüdüsel bir atlet refleksiyle harekete geçti. Bu, bir Olimpiyat finali değil, hayatının koşusuydu. Peşindeki homurdanan, nefes nefese kalabalığı, sitenin virajlı yollarında, çocukların bisikletleriyle dolaştığı kaldırımlarda atlattı. Onlar öfkenin ağır adımlarıyla ilerlerken, o, rüzgârın hafifliğiyle süzülüyordu. Nihayet, kendi binasının girişine varıp kapıyı kapattığında, arkada sadece uzaklaşan küfürler ve yorgun homurdanmalar kalmıştı.

Ertesi gün, Mithat kahvenin camını ödemek için gittiğinde, oradaki bakışlar artık sadece öfke veya alay değil, içinde garip bir saygı ve şaşkınlık barındırıyordu. Onlar için o, artık sadece bir "züppe" değil, kendi kurallarıyla yaşamayı seçen, bu uğurda kovalanmayı bile göze alan, sıra dışı bir figürdü. Ve Mithat, balkonundan sokağa baktığında, artık sadece beton ve begonvilleri değil, aştığı sınırları görüyordu. Sırığı hâlâ oradaydı; bir sonraki uçuş, bir sonraki meydan okuma için sabırsızlanıyordu.
 
Geri
Üst