Tema düzenleyici

Hikayeler

  • Konbuyu başlatan Konbuyu başlatan Emir
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi
Hayallerin sözcüklere döküldüğü, karakterlerin hayat bulduğu bir sığınak. Kısa öyküler, roman bölümleri, şiirler, senaryo taslakları ve daha fazlası için açık bir sahne. Yazarak anlatmak isteyen ve dinleyen herkese açığız.


Martılar ve Kederli Balıkçı

Sahil, sabahın erken, ipince, üşengeç sisine bürünmüştü. Deniz, uykudan yeni kalkmış bir insan gibi, hâlâ dalgın ve durgundu. İskelenin tahtaları, nemden ıslak ve koyu renkliydi. Ayaklarımın altında gıcırdıyorlardı, her seferinde, sanki bir şeyler anlatmaya çalışıyor gibi.

İskelenin sonunda, kendi halinde bir sandal vardı. Mavisi solmuş, bordasından deniz yosunları sarkıyordu. İçinde, Mustafa Amca oturuyordu. Oturuyordu ya, sanki orada değildi. Elleri, dizlerinin üzerinde, öylece duruyordu. O elleri bilirdim; nasıl da çevik örerdi ağları, nasıl da kuvvetle çekerdi kürekleri. Şimdi, birer yaprak gibi titriyorlardı hafiften.

Yanına yaklaştım. Yanakları, sabah serinliğinden değil de, içinden gelen bir rüzgârla ürpermiş gibiydi. Gözleri, karşıki kayalıklara, üstünde cıvıl cıvıl bağıran martılara takılmıştı.

"Mustafa Amca," dedim, sesimi onunkinden daha kısık tutarak.

Döndü bana. Gözlerinde, derin kuyulardan çekilmiş gibi bir hüzün vardı. "Gel oğul," dedi, "gel de şu martılara bak bir. Ne güzel bağırışıyorlar değil mi?"

"Evet," dedim, "neşeli gibiler."

"Gibiler," diye mırıldandı. Sonra, cebinden buruşuk bir paket çıkardı. İçinden bir sigara sardı. Tütünün bir kısmı avucuna döküldü. "Gördün mü," dedi, "bak, tütün bile dökülüyor elimden. Eskiden bir çırpıda sarardım. Şimdi... Şimdi her şey dökülüyor elimden. Ağlar, oltalar, umutlar..."

Bir martı, tam burnumuzun dibine kondu. Beyaz, gözü pek bir şeydi. Bizi süzdü. Mustafa Amca, cebinden bir parça ekmek çıkardı. Ufalayıp, martıya doğru attı. Martı, hiç korkmadan, geldi, gagaladı ekmeği.

"Onlar," dedi Mustafa Amca, "hiç yalnız kalmaz. Hep böyle sürü halinde gezerler. Biri bir şey bulsa, ötekine haber verir. Biz insanlar... Biz kocaman bir evde, kocaman bir yatakta yatsak da, yalnızız işte."

İçimi bir sızı kapladı. Hatırladım; geçen kış, Mustafa Amca'nın karısı vefat etmişti. Kırk yıllık yoldaşıydı. O günden sonra sandalına, denize, martılara sarılmıştı. Ama deniz bile ıslatmıyordu içini, martıların sesi bile dolduramıyordu evinin içindeki o koca boşluğu.

"Bir şeyler içelim mi?" diye sordum.

"İçelim," dedi. Ama hareket etmedi. Gözü, yine kayalıklardaydı. Martılar, bir anda hep birlikte havalandılar. Gök, bir anlığına beyaz kanatlarla doldu. Sonra dağıldılar, uzaklara doğru.

"Gittiler," dedi Mustafa Amca. "Herkes gider işte. Her şey biter."

Sandala, sessizce oturdum yanına. Tahtalar, bir kez daha gıcırdadı. Belki de, "Üzülme," diyorlardı. Ya da, "Biz buradayız," diyorlardı. Bilmem.

Deniz, artık biraz daha canlanmıştı. Küçük, mavi, nazlı dalgacıklar, iskelenin ayaklarına vuruyor, sanki onu da çağırıyorlardı. Mustafa Amca, sigarasından bir nefes çekti. Dumanı, sabah sisine karıştı, gitti.

"Şu denize bak," dedi. "Her gün aynı. Ama her gün başka. Benim gibi değil. Ben, her gün aynıyım. Ama içimdeki deniz, bir daha asla aynı değil."

O zaman anladım ki, Mustafa Amca'nın tuttuğu balıklar değildi sadece. O, denizin dibindeki hüznü, kaybolan kahkahaların yankısını, bir daha geri gelmeyecek olanın hasretini tutmaya çalışıyordu ağlarıyla. Ve o gün, ağlar boş dönse de, o, yine de gelecek ve martılara ekmek atacaktı. Belki de bir gün, bir martı, onun avucundan yemek yiyecek kadar yaklaşacaktı. İşte o zaman, belki, içindeki buzlar da birazcık eriyecekti.

Sessizce kalktım. Arkamdan, tahtalar yine gıcırdadı. Dönüp baktığımda, Mustafa Amca'nın, hâlâ martıların gittiği yere baktığını gördüm. Sırtı bana dönüktü. Ve o sırt, bütün dünyanın yükünü taşıyor gibiydi.
 
Konu sahibi
Virginia Beach'te Kasırga, Bisiklet ve Kızarmış Tavuk Aşkı

Virginia Beach'te hava, bir fincan sıcak çikolatanın üzerine kar gibi yavaş yavaş düşen kasırga uyarılarıyla çalkalanıyordu. İnsanlık, ikiye ayrılmıştı: Akıllılar ve... Cemal. Akıllılar, ki Cemal'in en yakın arkadaşı Efe de bu kategoride mütemadiyen yer alırdı, acil durum çantalarını hazırlar, pencere camlarını bantlar, içlerindeki varoluşsal korkuyu bastırmak için konserve fasulye stoklarlardı.

Efe, çalıştığı otelin "hayatınıza bağlıysanız bu gece burada kalın" çağrısını, bir kurtuluş fermanı gibi algılamış ve hemen Cemal'i arayıp, "Gel! Burada dondurucu var, sıcak çay yaparız, belgesel izleriz!" diye heyecanla teklif etmişti.

Cemal'in telefonun diğer ucundaki sessizliği ise, bir fırtınanın göbeğindeki sakinlik gibiydi. Zihninde yankılanan tek bir cümle vardı: "Süpermarketteki fırın, saat beşte taze kızarmış tavukları çıkarır."

Ve işte o anda, Cemal'in insanlık tarihine geçecek epik yolculuğu başladı. Ama bu sefer atı, 2001 model Honda Civic değil, sahilden topladığı taşlarla süslediği, hurdaya çıkmak üzereyken kendisince rehabilite edilmiş "Şimşek" isimli turuncu bisikletiydi.

Dışarıda, rüzgar sokak aralarında dans ediyor, çöp kutularına vals yaptırıyor, işaret direklerini bir metronom gibi sallıyordu. Cemal, bir şövalye edasıyla bisikletine atladı. Rüzgar, onun için bir engel değil, yalnız yolculuğundaki inatçı bir yol arkadaşıydı. Pedalları çevirirken, yağmurun ilk damlaları yanağına değdi. Bu, bir uyarı değil, onun azmini selamlayan bir alkıştı.

Süpermarketin otoparkı, normal bir güne kıyasla daha tenha ama daha telaşlıydı. İnsanlar arabalarına doluşurken, Cemal bisikletini görkemli bir şekilde bisiklet parkına kilitleyip, içeri girdi. Mağaza, hafif bir kaos içindeydi. Ama Cemal, bir avcı gibi, hedefine, tavuk reyonuna doğru ilerledi. Ve orada, ışıltılı teşhir vitrininde, son kalan, altın sarısı, buğulu camın ardında kendisine göz kırpan o muhteşem kızarmış tavuğu gördü. Onu kollarına aldığı an, zaferinin somut kanıtıydı.

Dönüş yolculuğu daha da epikti. Bir eliyle gidonu tutuyor, diğer eliyle, yağmura ve rüzgara rağmen tavuk kutusunu göğsünde sıkı sıkı tutuyordu. Rüzgar, ceketinin fermuarını bir enstrüman gibi çalıyor, bisikletin tekerlekleri su birikintilerinden geçerken çıkardığı sesler, bu müziğe eşlik ediyordu. Efe tam o sırada aradı, sesi panikle titriyordu: "Neredesin? Rüzgar çatıları uçuruyor!"

Cemal, bir yandan virajı almaya çalışırken, telefona doğru bağırdı: "Trafikteyim! Bağlantı kötü!" diyerek, bir kez daha dostluk bağlarının esnekliğini zorluyordu.

Nihayet sığınağına, yani evine ulaştığında, elektrikler kesikti. Ama mumlar yanıyor, odeyi sıcak ve huzurlu bir atmosfer sarmıştı. Dışarıdaki ısrarcı rüzgar uğultusu ve camlara vuran yağmur, artık bir tehdit değil, yemeğine eşlik eden doğal bir fon müziğiydi.

Kutuyu açtı. O buhar ve mis gibi koku, tüm çabalarına değmişti. O ısıran ilk lokma, sadece bir tavuk değildi; bir zafer anıtıydı. Çıtır derisi, rüzgarın inadına inatla kırılıyor, etinin sulu lezzeti, yağmurun temizleyici gücünü hatırlatıyordu. O anda anladı: Hiçbir kasırga, bir kızarmış tavuğun fırından yeni çıkmış lezzetine engel olamazdı. Bu, evrenin değişmeyen yasasıydı.

Ertesi sabah, güneş pırıl pırıl açmış, kasırga şehri sadece ıslak bir öpücükle selamlayıp geçmişti. Efe, göz altları morarmış bir halde kapıyı çaldı. Cemal'i, bisikletini temizlerken görünce nutku tutuldu.

"Sen... Sen bununla mı çıktın dün?" diye kekeledi.

Cemal, sadece gülümsedi ve boş tavuk kutusunu işaret etti. "Dostum," dedi, "Sen otelde acil durum prosedürlerini incelerken, ben doğanın gazabına ve şehrin telaşına meydan okuyarak, 'Şimşek' ile bir lezzet destanı yazdım. Rüzgar pedal oldu, yağmur şerbet. Anlatması bile lezzetli!"

Efe, başını iki yana salladı. Cemal'i asla anlayamayacaktı. Ama o turuncu, gıcırtılı bisikletin ve bir kutu kızarmış tavuğun, bir kasırga gecesini nasıl bir ziyafete dönüştürebileceğini asla unutmayacaktı.
 
Konu sahibi
Bir Düğün Akşamı

Düğün salonunun ışıltılı kapısından içeri adım attığımda, hafif bir tedirginlik ve yoğun bir merak vardı içimde. Ama yüzümde, en azından kendime göre, oldukça rahat bir ifade. Ceketimin yakasına iliştirdiğim, yol üstünde bir çiçekçiden aldığım ufak bir orkide, bu spontane ziyaretim için yeterli bir izin belgesi gibiydi.

Salon, İstanbul'un lüks semtlerinden birindeki devasa bir otelin göz alıcı balo salonuydu. Meltem, her zaman böyle yerlerde, gösterişli organizasyonlarda parlamayı severdi. İçeri girer girmez gözlerim onu aradı. Kalabalığın ortasında, bembeyaz gelinliğiyle gülümsüyordu. Yüzümde istemsiz bir gülümseme belirdi. Ardından, yanında duran, ciddi görünümlü, takım elbiseli adamı gördüm. Damat. Gülümsemem biraz söndü.

Tam o sırada, bir ses beni ürpertti. "Cem! Sen de mi buradasın?"

Sesi tanımıştım. Eski bir arkadaş, Aylin. Yanında, belki de onu bu düğüne getirecek birini bulamadığı için yalnız görünen, zarif bir hanımefendi duruyordu. Fırsatı değerlendirdim. Hızla yanlarına yaklaştım, Aylin'in yanaklarından öpüp, yanındaki hanımefendiye döndüm. Göz kırptım.

"Aylin Hanım'a kavalye olarak geldim," dedim, hafif bir latife tonuyla. "Son anda haberim oldu, üzerimdeki de bu." Aslında en iyi takım elbisemdi ama 'last minute' bir davetmiş havası vermek istiyordum. Aylin'in şaşkın bakışlarını görmezden geldim. Yanındaki hanımefendi, Nilgün, hafifçe kıkırdadı. İşe yaramıştı.

Masadaki yerimi bulduktan sonra, etrafa bakınmaya başladım. Damadın ailesinden olduğunu tahmin ettiğim, takım elbiseli, orta yaşlı bir grupla aynı masadaydım. İçimdeki pişkinlik ruh hali iyice depreşti. Onlara döndüm, gülümseyerek.

"Hayırlı olsun, gerçekten çok güzel bir organizasyon olmuş," dedim, sanki düğünün mali danışmanıymışım gibi. "Meltem her zaman böyle şık şeyleri hak ederdi."

Adamlar hafif bir şaşkınlıkla bana baktılar. Kim olduğumu bilmiyorlardı elbette. Biri, "Teşekkür ederiz, siz...?" diye sordu.

"Cem," dedim hemen, el sıkışarak. "Meltem'in... eski bir arkadaşı." 'Eski' vurgusunu özellikle yaptım. "Üniversiteden. Çok mutlu oldum bu birlikteliğe. Biraz dans edip, mutluluk dileyeceğim tabii."

Masada bir anlık bir sessizlik oldu. Sonra, konu yavaş yavaş açıldı. İşlerden, siyasete, İstanbul trafiğinden, yatırımlara kadar uzanan bir sohbete daldık. Ben, sanki düğünün sahibiymişim, onlar da misafirmiş gibi, lafı hep ben yönlendiriyordum. Ara sıra garsonların önünü kesip, "Menüde ne var acaba? Biftek mi, tavuk mu? Soslar ne durumda?" diye soruyordum. Garsonların "Misafir değilsiniz, siz kimsiniz?" bakışları içimi acıtsa da, yüzümdeki o rahat ifadeyi bozmadım.

Yemek servisi başladığında, ben masamızdaki damat tarafına, damadın halasının oğlunun iş hayatındaki başarıları hakkında fikir veriyordum. Nilgün, ara sıra bana bakıp gülümsüyor, bu da beni daha da cesaretlendiriyordu. Bir ara, damadın babasına, "Sizin için de hayırlı olsun, artık bir oğlunuz daha oldu," dedim. Adam, hafif bir tereddütle teşekkür etti.

Derken, danslar başladı. Meltem ve damat, salonun ortasında, herkesin hayran bakışları arasında dönüyorlardı. Kalbim bir an için sıkıştı. Ama hemen toparlandım. Kalktım, Nilgün'ün yanına gittim.

"Bir dansa ne dersiniz?" dedim.

Nilgün, biraz çekingen ama gülümseyerek kalktı. Dans pistinde, Meltem'in tam da yanı başından geçiyorduk. Onunla göz göze geldim. Gözleri faltaşı gibi açıldı, yüzündeki donuk ifadeyi görmek, o an için bütün bu komediyi ve trajediyi değerli kılıyordu. Bana baktı, sonra Nilgün'e, sonra tekrar bana baktı. Hafifçe başını sallayıp, dansına devam etti.

Ben de Nilgün'le dönmeye başladım. Etraftaki herkesin bize, özellikle de bana baktığını hissediyordum. Kim olduğumu merak eden, fısıldaşan insanlar. İçimde, bu absürt durumun yarattığı komik bir haz ve derin, kemirici bir utanç sarmalı vardı.

O gece, düğün bitip de salondan ayrılırken, kendimi bir anlığına boşluğa düşmüş gibi hissettim. Nilgün'le vedalaştık, belki bir daha görüşürüz dedik. Ama biliyordum ki, o geceki "kavalye" rolüm, orada sona ermişti.

Ceketimin yakasındaki orkide solmuş, buruşmuştu. Onu çıkarıp, otelin parıltılı girişindeki çöp kutusuna attım. Geriye dönüp bir daha bakmadım. Dışarı çıktığımda, İstanbul'un serin akşam havası yüzümü okşadı. Gülümsedim. Hem komik hem hüzünlü, tam bir "Düğün Akşamı"ydı. Ve ben, bu trajikomik piyesin, davetiyesiz, biraz pişkin, biraz yalnız, başrol oyuncusuyum.
 

Güzel ve Çirkin Masalı - Üç güzel kızın hikayesi (En sevdiğim hikayelerden biridir)

Çok eski zamanlarda zengin bir iş adamı ve üç kızı güzel bir köşkte yaşarmış. Tüccarın üç kızından ikisi çok şımarık biri ise çok iyi huyluymuş. İyi kalpli olan kızının adı Güzel’miş.

Günlerden bir gün bu iş adamı, çıkan bir fırtınada bütün gemilerini kaybetmiş. Elinde sadece oturdukları ev kalmış ve paraları da bitmek üzereymiş.

Bu duruma çok üzülen babaları gemilerine bakmak için uzun bir yolculuğa çıkmaya karar vermiş. Yola çıkmadan önce:

-Kızlarım benden istediğiniz bir şey var mı?, demiş

İki şımarık kızı:

-Elbise, mücevher ve ayakkabı isteriz, demişler.

Güzel ise:

-Babacığım bana bir tane kırmızı gül getirsen yeter, demiş.

Limana gemilerini görmeye giden babaları dönüş yolunda elindeki paralarını da çaldırınca çok üzülmüş ve üzüntüden yanlış yola girerek kaybolmuş. Ormana girince ileride çok güzel bir şato görmüş. Çok acıkan ve yorulan yaşlı adam içeri girip evin sahibinden ona yemek vermesini rica etmeyi düşünmüş.

İçeri girdiğinde evin boş olduğunu fark etmiş. Buna rağmen salondaki yemek masasının üzeri yemeklerle doluymuş. Yaşlı adam o kadar açmış ki masaya oturup her şeyi yemiş.

Sonra kalkıp evi gezmeye başlamış. Evin sahipleri yine ortada yokmuş. Odalardan birinde hazır yatak ve temiz giysiler bulunca onları giyip uyumaya başlamış.

Sabah kalktığında kahvaltı masası hazırmış. Kahvaltıyı da bir güzel yiyip evden çıkan adam, Güzel’in ondan istediği gülü hatırlamış. Çünkü evin bahçesi gül doluymuş.

Güllerden bir tane koparınca karşısına kocaman bir canavar çıkmış ve ona bağırmaya başlamış:

-Sana yemek ve yatacak yer verdim. Bu mu teşekkürün? Neden güllerimi çalıyorsun?

Çok korkan adam:

-Gülleri kızım istemişti, demiş.

Bunu duyan Canavar adama:

-O halde o kızın gelip benimle yaşayacak. Eğer gelmezse seni öldürürüm, demiş.

Adamcağız çok üzgün ve korkmuş bir halde evden çıkıp yola koyulmuş. Evine vardığında olanları kızlarına anlatmış ama bencil olan kızları buna hiç aldırmamış. Güzel ise:

-Sen sakın üzülme ben gider o canavarla yaşarım, demiş.

Babası istemeyerek bunu kabul etmiş ve Güzel’le birlikte şatoya gitmiş. Canavar Güzel’i görünce:

-Buraya kendi isteğinle mi geldin?, demiş.

-Evet, diye cevap vermiş Güzel.

-Tamam, artık baban gidebilir. Burada yalnız kalacaksın, demiş.

Gece odasında korkuyla uyuyan Güzel, sabah uyandığında baş ucunda; yeni giysiler, hazır kahvaltı ve mis gibi kokan güller bulmuş.

Her gün mis gibi kokan güller ve hediyeleri yanında bularak uyanan Güzel, artık Canavar’dan korkmuyormuş. Canavar’ın aslında iyi kalpli biri olduğunu anlamış ve o da Canavar’a değer vermeye başlamış.

Bir gün uyandığında baş ucunda bir not bulmuş:

- İstediğin her şey benim için emirdir.

Güzel, içinden babasını görebilmeyi dilemiş. O sırada karşısındaki aynada babasını görmüş. Babası çok hastaymış ve kardeşleri ona doğru düzgün bakmıyorlarmış.

Canavar’a gidip:

- Ne olur babamı görmeme izin ver, demiş.

- Gidersen dönecek misin?, diye sormuş canavar.

- Tabii ki, sana söz veriyorum, diye cevap vermiş Güzel.

- Eğer dönmezsen hastalanır ve ölürüm, demiş Canavar.

Güzel’e bir yüzük veren canavar, dönmek istediğinde bu yüzüğü yatağının yanı başına koymasını söylemiş. Ertesi gün babasının evinde uyanan Güzel, babasına sarılmış. Babası artık dönmesini istemediğini onu çok özlediğini söylemiş.

Güzel, babasına Canavar’ın iyi biri olduğunu anlatınca babası dönmesine razı olmuş.

Bu sırada Güzel'in güzel kıyafetler ve takılarla geldiğini gören kız kardeşleri onu kıskanıp dönmesini engellemeye karar vermiş. Ağlayarak dönmesini istemediklerini söylemişler ve onu kalmaya ikna etmişler.

İki hafta geçmiş ve Canavar’a dönmeyen Güzel vicdan azabı çekmeye başlamış. Gece uyuduğunda da bir rüya görmüş. Rüyasında Canavar’ı cansız bir şekilde bahçede yatarken görmüş. Hemen yüzüğünü baş ucuna bırakıp uyumuş. Uyandığında Canavar’ın evindeymiş.

Her yerde Canavar’ı aramış ama bulamamış. En son çare bahçeye çıkmış. Güllerin arasında cansız yatıyormuş Canavar. Canavar’ın öldüğünü düşünen Güzel ağlamaya başlamış.

- Ne olur ölme ben seni çok seviyorum, demiş.

Bir anda her yer ışıldamış ve Canavar çok yakışıklı bir prense dönüşmüş.

Prens, bir cadı tarafından canavara dönüştürüldüğünü ve tekrar prens olabilmesi için birinin ona aşık olması gerektiğini anlatmış. Sonra da Güzel’e evlenme teklif etmiş hemen oracıkta.

Prens ve Güzel evlenmişler ve çok mutlu bir hayat yaşamışlar. Bu masal da mutlu sonla bitmiş.
 
Son düzenleme:
Konu sahibi
Bahtsız Aşık ya da Gitarımın Tek Telinden Çıkan Hüzün

Cem, kendi kafasında yakışıklı, kültürlü ve biraz bohem bir adamdı. Dışarıdan bakıldığında, ortalama bir ofis çalışanından farksızdı aslında. Ama iç dünyası, Victor Hugo'nun romanları, Wenders'in siyah-beyaz filmleri ve kendi başına gelmeyen aşk maceralarıyla doluydu. Bahtsızlığı, aşk konusunda neredeyse bir efsane olacak seviyedeydi.

Reddedilişler, onun için artık bir ritüeldi. Bir keresinde, ofisteki stajyer kıza, "Senin gözlerinde kaybolmak, Dante'nin Beatrice'ini anlamak gibi," diye bir mesaj atmıştı. Cevap olarak, "?? Kimsiniz?" yazıp, iki gün sonra da Cem'i Instagram'dan engellemişti. Mesajlarına cevap gelmemesi, onun için olağan bir iletişim biçimi haline gelmişti. Gönderdiği "Günaydın, kahveni nasıl alırdın?" mesajları, dijital bir kara delikte kaybolup giderdi.

Ortamlardan dışlanması ise bir sanat formuydu. Arkadaş grubunun buluştuğu bara gittiğinde, herkes yer değiştirir, sanki Cem'in yanında görünmez bir manyetik alan varmışçasına masanın diğer ucuna kayarlardı. O ise bu durumu, "Yalnız kurda yer açıyorlar," diye yorumlayarak içinden bir teselli bulmaya çalışırdı.

Ama Cem asla pes etmezdi. Reddedilmek, onun için bir son değil, yeni bir maceranın başlangıcıydı. Elinde olmayan davetiyelerle gittiği düğünlerde, "Ben damadın uzaktan akrabasıyım," deyip, gelinin arkadaşlarına, varoluşsal sancılar ve hayatın anlamı üzerine nutuklar atmaya çalışırdı. Kız gruplarının oturduğu kafelere tek başına gider, yan masaya ilişir ve bir şekilde muhabbete dahil olmak için elinden geleni yapardı. Bir keresinde, yan masada kahkahalar atan üç kıza dönüp, "Özür dilerim, şu an çok derin bir şiir yazıyorum da, 'melankoli' yerine 'melankoli' mi, 'hüzün' mü kullansam? Sizce hangisi daha güzel?" diye sormuştu. Cevap olarak soğuk bir bakış ve garsonu çağırmalarını almıştı.

Son çare olarak, hayatında hiç nota bilmediği halde, ikinci el bir gitar almıştı. "Müzik, ruhun dilidir," diye düşünüyordu. Belki de eksik olan, ona hayranlıkla bakacak bir dinleyici kitlesiydi. Gitarıyla, bir arkadaşının doğum günü partisinde, herkesin ortasında, kendinden geçerek, yarım yamalak çaldığı bir akor eşliğinde, bir şarkı mırıldanmaya başladı. Sözleri, "Senin gözlerin bir okyanus, ben ise kıyısına vurmuş bir deniz yıldızı," gibi bir şeydi. Ortam bir anlığına dondu. Sonra, birisi müziği açtı, bir başkası Cem'in elinden kibarca gitarı aldı ve bir üçüncüsü ona bir kola uzattı. O gece, Cem'in trajikomik hikayesine bir yenisini daha eklemişti.

Eve döndüğünde, duvara astığı fötr şapkasının altındaki gitarına baktı. Bir an, gitarın tek telinin, onun bahtsız ruh halini yansıtır gibi hafifçe sızladığını duyar gibi oldu. Belki de aradığı aşk, dışarıda, kalabalıkların arasında değildi. Belki de, bu trajikomik arayışın kendisi, yazmaya çalıştığı hikayenin ta özüydü. Bir iç çekti, bilgisayarını açtı ve başlığı attı: "Bahtsız Aşkın Komedisi ve Bir Gitarın Trajedisi." Belki de gerçek aşk, onu yaşayamayan ama en güzel şekilde anlatabilenindi.
 
Konu sahibi
Tüy ve İnat Diyarında Bir Aşk Mülahazası

Muhayyel bahçelerinde yalnızca lale ve sümbül yetiştiğini zanneden güvercin ruhlu kız, kanatlı bir kasırganın, yani aşkın, onu alıp gündelik hayatların sıradan mutfağına indirdiği vakit, hakikatin yalnızca yeşilliklerden ibaret olmadığını idrak etmekte gecikmemişti. Onun aşkı, Ethem, mutfak sanatlarının nâzım bir neferi, damak tadının sözüm ona mütehassıs şövalyesiydi. Hayatı, Lezzetin kitabını yazma iddiasıyla, fırınlanmış, kızartılmış, buğulanmış ve sotelenmiş hülyalarla geçmiş bir adam.

Evi, bir tavuk imalathanesini andırırdı; havanın bile buğusuna işlemişti tüysüz kanatların kokusu. Her akşam, bir ritüel edasıyla, masaya "altın başaklarıyla süslenmiş" bir horoz daha kurulur, Ethem'in "Bu akşamki şaheserim!" narasıyla başlardı mahşer. Kız ise, tabağında bir ceviz büyüklüğünde bir şeyler, belki bir nohut yeşili kadar bezelye, belki de havuç turuncusu bir çiçek yaprağı ile, o karnaval sofrasında bir sessiz ada misali otururdu.

Bir gün, Ethem'in sabrı, tıpkı fırındaki tavuğun derisi gibi, çatladı. "Sevgilim," dedi, sesi kaynamış yağın cızırtısı kadar keskin, "Bu diyarda her gün tavuk yenir. Bu, değişmez bir kanundur. Senin o yeşil sığınaklarından çıkıp, gerçek lezzetler diyarına ayak basmanın vakti gelmedi mi hâlâ?"

Kız, gözlerinde filizlenen bir hüznü, bir ıstırap çiçeğini saklarcasına, "Benim dünyamda et yok," dedi, sözleri bir ırmağın şırıltısı kadar yumuşak ama bir o kadar da kararlı, "Senin dünyan ise yalnızca onunla var. Nasıl buluşsun bu iki kıta?"

Ethem, Gurme unvanını kuşanmış bir adam olarak, cevabı hazırladı: "Bak," dedi, bir bilge edasıyla, "Ben bu yemek işlerinin gurusuyum. Sebzeyi de bazen yerim, hatta mükemmel pişiririm. Ama mesele, hayatı bütün renkleriyle kucaklamak. Bu ilişki, senin o tekdüze yeşil diyetin yüzünden yürüyemez. Bir parça tavuk, aramızdaki sevginin mihenk taşıdır."

O an, mutfağın havası, hem yağ buharıyla hem de kesif bir dramla ağırlaştı. Kız, sevdiği adamın gözlerinde, kendisini değil, bir zafer heykelini gördü. Onun bazen yenen sebzelerden, kendi asla yenmeyen tavuklarına uzanan o çarpık mantığı, aşkı bir pazarlık masasına çevirmişti. Ethem'in gurme lafları, beylik cümleleri, havada süzülüp mutfak duvarlarına yapışıyor, geriye yalnızca bir "Ya benimlesin, ya da değilsin" ültimatomu kalıyordu.

Nihayetinde o güvercin ruhlu kız anladı ki, bazı aşklar, en süslü kelimelerle bile anlatılsa, midesi ve kalbi aynı anda bulanıyorsa, bir hiç uğruna feda edilemezdi. Belki de gerçek gurmelik, bir tabağa değil, bir kalbe saygı duymakta gizliydi.
 
Konu sahibi
Lord Alistair

Dışarı adım attığı her an, bir törendi onun için. Giyimi, bir İngiliz centilmeni ile bir Milano moda evinin kesişim noktasıydı. Takım elbiseleri, vücuduna öyle ısmarlanmış gibi durur, gümüş bir bastonun asaleti olmasa da, onun yerini tutan deri bir evrak çantasını asla yanından ayırmazdı. Kaldırımlarda yürüyüşü ise, rüzgarda sallanan bir servi ağacının zarafetini andırırdı; her adımı ölçülü, her hareketi bir koreografi ürünü. İnsanlar onu gördüklerinde, farkında olmadan yol verir, o geçene kadar nefeslerini tutarlardı.

Ancak bu mükemmel dış kabuğun içinde, daha da titizlik isteyen, beslenmeyi bekleyen narin bir ego yaşardı. Kalbi, endemik bir çiçek misali, nadir bulunan ve özel koşullar isteyen bir türdü. Sıradan iltifatlar, onun için çölde bir damla su gibi yetersiz ve buharlaşıp giderdi. "Güzel gözlerin var" veya "Yakışıklısın" gibi cümleler, onun ruhuna inen bir balyozdan farksızdı. O, "Firavunların hazinelerindeki zümrütleri andıran bakışların" ya da "Eflatun'un idealar dünyasından sızan bir zarafetin senin bedeninde vücut bulmuş hali" gibi, üzerine düşünülmüş, süslü püslü, edebi metinlerde yer alabilecek övgüler beklerdi.

Bu beklentinin muhatabı ise, güzel ve çekici olmasına rağmen, Alistair'in yanında hep bir gölge gibi duran nişanlısı, Elara'ydı. Bir akşam, mum ışığının yaldızlı şamdanlarda dans ettiği lüks bir restoranda, Elara ona içten bir iltifat etmişti: "Bu gece çok karizmatik görünüyorsun, sevgilim."

Alistair'in kaşları, hafifçe, bir mimikten öte bir trajediyi anlatırcasına çatıldı. Bastonu değil ama, çantasını düzeltmek için elini uzattı. "Karizmatik," diye tekrarladı, kelimeyi ağzında bir şeker gibi eritirken ama onun tadını beğenmemişçesine. "Sevgili Elara, 'karizmatik' sıfatı, biraz siyasetçiler ve televizyon sunucuları için değil midir? Sanki biraz daha sıradan, biraz daha... gündelik kaldı. Ben senin dilinden, mesela bir 'Nijinsky'nin çıkış anındaki o ölümsüz zarafet' gibi bir benzetme duymayı umardım. Bu tür sözler, ruhumu, ancak Venedik'te bir gondolun suda bıraktığı iz gibi okşar."

Elara'nın yüzündeki tebessüm, bir anda dondu. Gözlerinde, bir yaprak gibi titreyen ışıltı söndü. Alistair ise, bu suskunluğu bir onay, hatta bir pişmanlık olarak yorumladı. Hafifçe iç çekti, parmağının ucuyla şarap kadehinin ayağını okşayarak, ölümcül bir şaka yapar gibi ekledi: "Biliyorsun, sevgilim, bir ilişki, tıpkı nadir bir orkide gibidir. Onu besleyen su, samimi ve derinlikli hayranlıktır. O su bulunmazsa, çiçek solar, solar ve... en sonunda rüzgara karışıp gider."

Ertesi gün, en yakın dostu, belki de tek tahammül edebildiği insan olan Arthur'u, yine aynı restoranda kahve içerken buldu. Alistair, koltuğuna sanki dünyanın bütün ağırlığını taşıyarak yerleşti. Yüzündeki ifade, bir filozofun dünyanın anlamsızlığı karşısındaki melankolisini yansıtıyordu.

"Arthur," diye başladı, sesi bir kontrbasın en pes notaları kadar derinden. "Bu dünyada samimiyet diye bir şey kaldı mı? İnsanlar, etraflarındaki mükemmelliği takdir etmekten acizler. Gölge etmesinler, başka ihsan istemem, derdi Diyojen. Ben ise diyorum ki; 'Gerçek bir iltifat etsinler, başka bir şey istemem.' Ama bu kadarı dahi onların kıskanç, sığ ruhlarına ağır geliyor. İnsan, bu cehalet ve haset sarmalında usanıyor Arthur, usanıyor."

Arthur, arkadaşının bu lüks ıstırabını, yıllardır dinlediği bir senfoni gibi sessizce dinledi. İçinden, Alistair'in gerçek bir sevgiye değil, sürekli tazelenmesi gereken bir aynaya ihtiyacı olduğunu düşündü. Çünkü Lord Alistair, kendisini sadece başkalarının -ve özellikle de Elara'nın- hayran bakışlarında, abartılı övgülerinde bulabiliyordu. Onun için sevilmek, övülmekle eşdeğerdi ve bu övgüler de ancak en seçkin, en nadide kelimelerle bezendiğinde bir anlam ifade ediyordu. Gerçek dünyanın sıradanlığı, onun kendi hakkında kurduğu muhteşem tabloya asla yaklaşamazdı. Ve o, bu tabloyu korumak uğruna, yanındaki tüm gerçek kalpleri feda etmeye her an hazırdı.
 
Konu sahibi
Balkon

Muhsin Bey'in hayatı, bir sabah uyandığında, tıpkı kahvesinin yanında bıraktığı bayat simit gibi, kupkuruydu. Evliliği, bir zamanların nağmeli şarkısının son notaları unutulmuş, geriye sadece bir gürültü yığını kalmıştı. Eşi Feride Hanım'la aynı havayı solumak bile göğsüne ağır bir taş gibi oturuyordu. Sessizlikleri bile kavga eder gibiydi, keskin ve incitici.

Derken, bir kaçış planı filizlendi yüreğinde. Tıpkı bir gençlik rüyası gibi, ama bu sefer kaçtığı şey gençliğin ta kendisiydi. Bir üst kata, komşusu Cem'in yanına taşındı. Cem, bekâr, sakin, hayatı ekran başında zaferler kazanmak üzerine kurulu bir genç adamdı. Muhsin Bey'in orta yaş bunalımı, Cem'in oyun konsolunun ışıltılı dünyasında eriyip gitti. Akşamlar, artık kadın seslerinin tiz çığlıklarıyla değil, sanal savaş alanlarındaki silah sesleri ve zafer çığlıklarıyla doluydu. Playstation'ın kablosuz kumandaları, hayatının en sağlam tutamağı olmuştu.

Ama asıl tatmin, dijital dünyadan değil, balkondan geliyordu. Muhsin Bey için Cem'in balkonu, bir sahne, bir sığınak, bir silahtı. Her sabah, Cem'in balkonundaki kahvesini yudumlarken, aşağıdaki kendi eski hayatını seyrederdi. Bir gün, Cem'in elinde temizlik için serilmiş bir halıyı görünce, içinde bir fırtına koptu. Bu, söyleyeceklerini söylemek için beklediği işaretti.

Halıyı iki eliyle kavradı, balkonun korkuluklarına serdi. Sonra, bir opera sanatçısı edasıyla, tüm gücüyle silkelenmeye başladı. Toz bulutları, öfkesinin görünür temsili gibi, aşağıya, kendi balkonuna, Feride Hanım'ın üzerine yağıyordu. Feride Hanım, yüzü asık, yukarı baktı.

"Bak," diye seslendi Muhsin Bey, sesi yapay bir neşeyle süslenmiş, altı oyuk bir zafer çığlığı gibi. "Görüyor musun oğlum Cem'in balkonunu? Pırıl pırıl! Bir toz tanesi bile yok. Ama senin şu aşağıdaki balkonuna bak! Kir pas içinde. İnsan birazcık temiz, düzenli olur."

Feride Hanım'ın dudakları büzüldü. "Kendi evinin halısını, başkasının balkonunda silkeleyip, karına laf atma cüretini nereden buluyorsun Muhsin?"

Muhsin Bey, silkelenen halıdan yükselen tozu, bir zafer dumanı gibi seyretti. "Ev mi?" diye sordu, sesi artık soğuk ve mesafeliydi. "O artık benim evim değil. Benim kapılarım, artık münakaşalara kapalı. Ben buradayım. Burada, temiz hava var, huzur var, playstation var. Aşağısı artık geçmiş."

İçeri, Cem'in sığınağına döndü. Dışarıda, onun attığı sözler ve halıdan düşen toz taneleri, aşağıdaki balkonu, terk edilmiş bir hayatın sembolü gibi kirletmeye devam ediyordu. Muhsin Bey, kumandayı eline aldı. Gerçek hayatın karmaşasından kaçmış, dijital bir dünyada ve bir komşunun balkonunda inşa ettiği sahte bir kalenin içine saklanmıştı. Ve belki de farkında değildi; sildiği halıdaki tozlardan çok daha beter bir kirlilik, yüreğine, tam oracıkta, ihanetinin ve kaçışının tohumlarıyla birlikte sinmişti.

Muhsin Bey'in "Bekâr" hayatı, apartman sakinlerinin kulağına fısıldanan bir efsane gibi yayılmaya başlamıştı. Artık sadece Cem'in playstation seansları ve balkondan atılan nüktelerle sınırlı değildi hayatı. Cem'in düzenlediği, bira ve cips eşliğindeki oyun gecelerine, binanın diğer bekâr sakinleri de katılıyordu. Bunların arasında en dikkat çekici olanları, 5. kattaki mimar Elif Hanım ve 3. kattaki genç ve girişimci Zeynep'ti.

Muhsin Bey, orta yaşın verdiği olgunluğu, playstation becerisiyle birleştirince, beklenmedik bir cazibe merkezine dönüşmüştü. Elif, onunla "Red Dead Redemption 2"de vahşi batıyı fethederken, Zeynep, "FIFA" turnuvalarında onu yenmek için can atıyordu. Muhsin Bey, bu ilgiden başı dönmüş bir ergen gibi keyif alıyordu. Gömleklerini ütületmiş, kolonya kullanmaya başlamıştı. Eski evindeki o ağır hava, yerini genç kadınların kahkahaları ve oyun seslerine bırakmıştı.

Aşağıda, Feride Hanım ise bu değişimin sessiz ve öfkeli tanığıydı. Penceresinden, Elif'in kahkahasını duyuyor veya Zeynep'in neşeyle asansöre binerken, "Hadi Muhsin Bey, bu maçı alacağız!" dediğini işitiyordu. İçi, kıskançlık ateşiyle kavruluyordu. Onca yıllık evlilik, paylaşılan hatıralar, bir anda balkondan sallanan bir halı gibi silkelenecek, üzerine "bekâr" komşuların tozları serpilecek kadar değersiz miydi?

Bir akşamüstü, dayanamayıp balkona çıktı. Yukarıdan, Cem'in balkonundan, Muhsin Bey'in sesi ve Elif'in tatlı kahkahası geliyordu. İçi sızladı. Eline bir saksı aldı, belki bir "kaza" sonucu düşürmenin hayalini kurdu. Ama yapamadı. Onun yerine, daha incelikli bir plan yapmaya karar verdi.

Ertesi gün, marketten dönerken asansörde Elif ile karşılaştı. Laf arasında, "Muhsin çok keyifli, değil mi?" dedi Elif içtenlikle. "Ne kadar kültürlü adam."

Feride, bıçak gibi keskin bir gülümsemeyle, "Ah, evet," dedi. "Özellikle gece horultusu meşhurdur. Bir de, çoraplarını nereye attığını asla bulamaz. Ama siz gençlersiniz, size bir şey olmaz. Belki siz alışırsınız, biz onca yılda alışamadık işte."

Elif'in yüzündeki sıcak gülümseme dondu.

Bir başka gün, Zeynep'e bahçede rast gelmişti. "Muhsin Bey'in FIFA'daki hünerlerini duydum," dedi Feride, ballandıra ballandıra. "Evdeyken de çok oynardı. Tabii o zamanlar elektrik faturası gelince küçük krizler geçirirdik. Neyse ki sizde faturaları paylaşıyorsunuzdur, daha hafif gelir size."

Zeynep'in kaşları çatıldı. Muhsin Bey'in "rahat ve keyifli" imajı, Feride'nin zehirli iğneleriyle delik deşik oluyordu.

Bu entrikalar işe yaramaya başlamıştı. Elif ve Zeynep, Muhsin Bey'e biraz daha mesafeli davranıyor, onunla vakit geçirirken Feride'nin sözleri zihinlerinde yankılanıyordu.

Derken, Cuma akşamı oldu. Muhsin Bey, her zamanki gibi Cem'in kapısını çaldı. Kapıyı Cem açtı, yüzünde garip bir ifade vardı. Salona geçtiğinde, ne Elif vardı ne de Zeynep. Sadece, Cem ve sessizlik.

"Ne oldu?" diye sordu Muhsin Bey, hayal kırıklığına uğramış bir şekilde.

Cem, omuz silkti. "Dün Elif Hanım'la karşılaştım. Senin hakkında... bazı şeyler söyledi. Horultundan, dağınıklığından filan bahsetti. Zeynep de elektrik faturasından dem vurdu. Galiba... karı-koca muhabbeti gibi geldi onlara. Biraz soğudular."

Muhsin Bey, Cem'in balkonuna çıktı. Aşağı baktı. Feride, kendi balkonunda, bir çiçeği suluyordu. Başını kaldırıp Muhsin Bey'e baktı. Gözlerinde, zafer değil, derin, kemirici bir kıskançlık ve hüzün vardı. Yaptığı entrikalar, onu mutlu etmemiş, sadece yalnızlığını daha da derinleştirmişti.

Muhsin Bey anladı. Kaçtığı şey, sadece evliliği değildi. Kaçtığı şey, kendisiydi. Ve Feride, onu "kurtardığını" sandığı bu yeni hayattan, aynı zehirli dokunuşlarla onu tekrar yalnız bırakarak intikam alıyordu. Balkondan atılan laflar ve silkilen halılar, aslında hiç bitmeyen bir savaşın, evliliklerinin enkazı üzerinde sürdürülen amansız bir mücadelenin sadece birer sembolüydü. Ve bu savaşın galibi yok gibi görünüyordu; sadece, her geçen gün biraz daha yıpranan iki yürek vardı.
 
Konu sahibi
Kuşçu

Dükkânın camekânına, "Aurelius Kuş Evi" yazısını, Stoacı bir ağırbaşlılıkla yazdırmıştı. İçeri adımını atan her müşteri, tüylü bir kaosun ortasında, sükûnetin ta kendisi olan Cemal Bey'le karşılaşırdı. Sakalının her teli, Descartes'ın "Düşünüyorum öyleyse varım"ının mürekkebiyle boyanmış gibiydi. Müşterileri selamlarken, "Hoş geldiniz, ruhunuzun aynasına bir parça canlı renk mi arıyorsunuz?" derdi. Bu, onun ilk filozofvari çıkışı olurdu.

Bir gün, kanaryaların ötüşü eşliğinde hayatın anlamını sorgulayan genç bir üniversiteliye, Schopenhauer'ın "İsteme ve Tasarım Olarak Dünya"sından dem vurmuş, "Şu sarı tüylü arkadaşın şakıması," demişti, "iradesiz bir coşkunun, kozmik bir arzunun tezahürüdür. Onun özgürlüğü, kafesin telleri arasındaki mesafeden ibarettir, tıpkı bizimki gibi." Genç adam, gözleri fal taşı gibi açılmış, bir kanarya satın almak için neredeyse ceketini rehin bırakacak hale gelmişti. Cemal Bey, cebine attığı parayı, "Bilgelik, maddi olanın inkârı değil, onunla kurulan diyalektik bir ilişkidir," diyerek, zarifçe mazur gösterirdi.

Ancak Cemal Bey'in dışarıdaki hayatı, dükkânındaki bu Platonik idealar âleminden müthiş bir tezattı. Akşamları dükkânın kepengini indirdiği an, filozof kılığından sıyrılır, içindeki Aristippos'u dışarı salıverirdi. Hayatın amacının haz olduğuna inanan bu Sokrates öncesi dürtü, onu şehrin lüks mekânlarına, gece hayatının karanlık ve parıltılı labirentlerine sürüklerdi. Bir akşam, bir bara götürdüğü, kendisini Nietzsche'nin "Üstinsan"ı sanan bir edebiyat öğretmenine, "Sevgili hanımefendi," diye fısıldamıştı, "siz Zerdüşt'ün değil, benim gibi bir Dionisos'un söylevlerine muhtaçsınız. Gelin, bu acımasız dünyada 'evet' diyelim hayata, bir kadeh şarapla birlikte." Bu çapkınlıkları, onun için bir tür fenomenolojik deneyim, kadın ruhunun özüne dair bir araştırmaydı.

Bu dünyevi zevkler, beraberinde kapitalist dürtülerini de kamçılıyordu. "Aurelius Kuş Evi", onun için sadece bir bilgelik yuvası değil, aynı zamanda mükemmel bir spekülasyon alanıydı. Nadir bulunan bir Cennet Papağanını, piyasa değerinin çok üzerinde, "Bu kuş, yalnızca bir tüy yumağı değil, egzistansiyal bir yalnızlığın sessiz arkadaşıdır," diyerek, varoluşsal bir krize düşmüş bir iş insanına satmıştı. Parayı sayarken yüzündeki tebessüm, kapitalizmin soğuk yüzü ile Stoacı sakinliğin garip bir karışımıydı. "Para," diye düşünürdü, "ruhun metalaşmış halidir. Ben sadece onu, daha değerli bir forma dönüştürüyorum."

Bir cumartesi sabahı, dükkânında, bir yandan muhabbet kuşlarının suyunu değiştirirken, diğer yandan telefonda yeni tanıştığı bir mimarla çıkacağı randevuyu ayarlıyordu. O sırada içeri giren, daha önce kendisine Schopenhauer'dan bahsettiği genç adam, yüzünde derin bir hayal kırıklığıyla, "Hocam," dedi, "o kanarya hiç susmuyor, gece boyu ötüşüyle beni uyutmadı. Sizin o söylediğiniz kozmik arzu, acımasız bir sesten ibaretmiş."

Cemal Bey, telefonunu sessize alarak, gence derin, anlamlı bir bakış attı. Yüzünde, hem acıma hem de bir çeşit üstünlük ifadesi vardı. "Ah, evlat," diye başladı söze, sesi yumuşak ve bilgece. "Sen, arzunun sesiyle yüzleşmekten korkuyorsun. O kuş, senin için bir ayna oldu. İçindeki kaosu, disipline edilmemiş iradeyi gösterdi sana. Bu, aydınlanmanın ilk adımıdır. Belki de sana sessiz, sakin bir Japon Bülbülü lazım. O, Zen felsefesinin yaşayan bir temsilidir."

Genç adamın gözlerinde yeniden bir ışık parladı. Cemal Bey, kasanın çekmecesini açtı, Japon Bülbülünün fiyat etiketini görünmeyen bir çeviklikle çevirdi ve daha yüksek bir rakam yazdı. O an, hem bir öğretmen, hem bir satıcı, hem de kendi iç çelişkileriyle dans eden bir modern zaman sofistiğiydi. Dükkânın kapısına astığı, "Burada Hakikat Satılır," yazılı küçük tabela, belki de söylediği her sözden daha gerçekçiydi. Çünkü Cemal Bey biliyordu ki, insanlar hakikatten çok, onun parıltılı ambalajına, onu satın alabilecekleri bir illüzyona taliptiler. Ve o, bu pazarda kusursuz bir tüccardı.
 
Konu sahibi
Duygusal İflasın Ardından Kurulan Şirket

Leyla ile Mecnun değillerdi belki, ama Elif ile Alper’in de kendilerine has, sessiz sedasız bir ahengi vardı. Ta ki perşembenin gelişine kadar. Salondaki nemli sessizliği, Elif’in titrek bir sesle attığı bomba bozdu:

"Alper... Konuşmamız lazım. Ben... ben biraz bunaldım. Belki de bir ara vermemiz..."

Cümleler yarım kalmış, havada süzülürken, Alper'in dudaklarında hafif bir tebessüm belirdi. Bu, alışılagelmiş bir hüzün veya öfke tebessümü değil, adeta bir strateji uzmanının, rakibinin hamlesini tahmin ettiği andaki bilge gülümsemesiydi.

"Anlıyorum," dedi, sesinde en ufak bir dalgalanma olmadan. "Hislerin son derece makul. Zihnin ve ruhun bir nevi izne ihtiyacı var. Saygı duyuyorum."

Elif'in iri, ela gözleri iyice açıldı. Beklediği sahneler vardı kafasında; kırılan bardaklar, feryatlar, belki dizilerdeki gibi yağmura koşuşlar... Ama bu? Bu, bir duygu şoku değil, bir iş toplantısının giriş bölümü gibiydi.

Alper, Elif'in şaşkınlığını fırsat bilerek, konuyu zarif bir manevrayla bambaşka bir kanala soktu. "Tam da bu esnada, gündemimize almak istediğim mükemmel bir fırsat var. Dediğin o meseleyi şimdilik rafa kaldır da, asıl konuşmamız gereken proje bu."

Elif, donakalmış bir halde, Alper'in cebinden çıkardığı telefonuna bakakaldı. Adam, bir duygu ekonomisti edasıyla konuşuyordu: "Bir lokanta projem var. İşlek bir caddede, mükemmel bir mekan. Menü, konsept, her şey hazır. Eksik olan tek şey, güvendiğim bir ortak ve mütevazı bir başlangıç sermayesi. Sana teklifim şu: 100 bin liranı bu işe yatırıyorsun, seni de ortak yapıyorum. Kısa vadede yatırımını katlarsın, orta vadede ise güzel bir gelir kapısın olur."

Bu noktada, Elif'in yüz ifadesi öyle bir şaşkınlık skalası çizdi ki, tüm duygular birbirine girdi. Ayrılmak üzere olduğu adam, ona gözlerinin içine bakarak, sanki yeni bir telefon modeli tavsiye ediyormuş gibi ortaklık teklif ediyordu.

Alper, Elif'in lal oluşunu yanlış yorumlayıp, sözlerini bir manifesto gibi sürdürdü: "Fazla romantik olmaya gerek yok canım. Sen gidiş vagonuna binmek istiyorsun, ben de buna hüzünlenecek değilim. Bu, hayatın doğal akışı. Sen gidersin, bir başkası gelir. Ben bir iş adamıyım, efkarlanıp naralar atarak vakit öldürecek bir lüksüm yok. Bu kadar duygusal bir enflasyonun içinde kaybolmak bana göre değil."

Sonra, gözlerinde hafif bir ışık yanarak, belki de hikayenin en unutulmaz repliğini attı: "Bu kararında hayatında başka bir müessir faktör, bir 'kalp hırsızı' falan varsa, onu da söylemekten çekinme sakın! Hatta, madem aramızda ticari bir diyalog başlattık, onu da ortak yapalım. Ne de olsa, kalbi zengin olanın, cebi de bereketlenir!"

İşte o an, Elif için dünya, bildiği tüm renklerini kaybetti. Ayrılmak istediği adam, ona bir 'kalp hırsızı'nı dahi ortak yapmayı teklif ediyordu. Bu, bir veda değil, adeta duygusal bir iflastan, yepyeni bir şirket kuruluşuna geçişin protokolüydü. Belki de aşk dediğimiz şey, Alper'in deyimiyle, sadece hisse senedinden ibaretti ve o, şimdi yeni bir portföy oluşturmanın peşindeydi.
 
Konu sahibi
Testideki Aşk

Nikâh, iki ruhun ilâhî bir terkip ile birleşmesi değil; iki iradenin, zekice düzenlenmiş bir muahede masasında karşı karşıya gelişiydi Martin'in nazarında. Mermerin soğuk parıltısı, vitraylardan süzülen loş ışıkla dans ederken, o, etinin en derin kıvrımına işlemiş bir yalnızlıkla ayakta duruyordu. Karşısında, duvaklarının ince tülünden sızan bir beklentiyle süzülen Melissa, bir tapınak rahibesi edasındaydı. Lakin Martin, onun gözlerinde kendi gördüğü şeyi değil, tarih öncesi bir karanlıkta parçalanmış, yarısı eksik bir varlığın mitik arayışını okumuyordu. O, bir pazarlığın tarafıydı sadece.

“Kabul ediyor musun Martin'i hayatının yoldaşı olarak?” diye sordu rahip, sesi kubbenin akustiğinde yankılanan boş bir çan gibi.

Martin, Melissa’nın gözlerinin içine, oradaki sırça kaleden içeri, ta ruhunun en kuytu köşesine bir ok gibi fırlattığı sözlerini bıraktı. Sesindeki ağdalı lirizm, bir zehri şerbet diye sunan kadim bir iksirin kıvamındaydı:

“Kabul ediyorum,” dedi, “fakat aşk adını verdiğimiz o kısa ömürlü ilâha değil. Kabul ediyorum, zira aşk, benim için, bir yaz fırtınası kadar şiddetli ve bir yaz fırtınası kadar tez geçen bir cinnettir. Ruhumun üzerine çöken bir sis, birkaç bahar, birkaç güz sürer ve nihayetinde rüzgârın önüne kattığı bir yaprak misali savrulup gider. Biz, sen ve ben, bu geçici cinnetin sona erdiği o ıssız sahilde, birbirimizi soğuk ve sakin bir akıl ile sevmeyi vaat ediyoruz.”

Salondaki fısıltılar kesildi. Melissa’nın yüzü, bir anlık bir gölgenin geçişiyle sarsıldı, lakin Martin, sözlerinin hançerini daha derine saplamaktan çekinmedi. Sesi, bir filozofun kadim bir metni yorumlayışındaki o ince, yontulmuş tonla devam etti:

“Platon, bizi yuvarlak varlıklar olarak tasvir etmişti. Dört kol, dört bacak ve iki yüzle yaratılmıştık. Gururumuz Tanrıların tahtını sallayınca, Zeus bizi ikiye böldü. Ve şimdi, o eksik yarılarız; ömür boyu süren bir cezanın mahkûmları. Aşk dediğin, işte bu cezanın adıdır. O ilk kavuşmanın verdiği geçici sarhoşluk, o ‘tamamlığın’ yanılsaması… Lakin bu sarhoşluk, birkaç yıl içinde buharlaşır. Geriye, bir zamanlar bir bütün olduğunu sandığın, lakin aslında senin sadece bir yansıman, bir ‘öteki’n olan o yabancı kalır. İşte ben, bu yanılsamanın sona erdiği o kaçınılmaz günde, seni bir yabancı olarak değil, bu büyük yalnızlık denizinde benimle aynı gemide olan bir müttefik olarak seveceğimi vaat ediyorum.”

Nikâh şahitleri, birbirlerine anlamayan gözlerle baktılar. Bu, bekledikleri duygusal yeminler değildi. Bu, bir aşk manifestosu değil, bir insanlık durumu beyannamesiydi. Martin, sözlerini, bir kâhinin kehanetini aktarır gibi, mitolojik imgelerle örerek sürdürdü:

“Bak Penelope’ye… On yıl bekler Odysseus’u, on yıl daha dövmelerini söker, talipleriyle dans eder. Bu, sadakatin destanı mıdır, yoksa kocasının dönüşünden sonra onu tanıyamayacak, onunla aynı yastığa baş koyduğu her gece, Truva’da bıraktığı gençlik hayalini arayacak bir kadının trajedisi mi? Biz, Melissa, Odysseus ile Penelope’nin o ilk gecesindeki o büyük yabancılaşmadan sakınmak için buradayız. Aşkın o aldatıcı şarabıyla sarhoş olup, ayıldığımızda kendimizi bir hiçliğin kıyısında bulmamak için.”

Sonra, sözlerini doğrudan Melissa’ya çevirdi. Gözleri, bir pazarlık masasında son teklifi sunan bir tüccarın keskinliğine bürünmüştü:

“Seninle bir ömür geçirmeyi kabul ediyorum. Lakin bu ömrü, aşkın o kırılgan ve fanon heykeline tapınarak değil, saygı, sadakat ve ortak bir hikâye inşa etme iradesi üzerine kuracağız. Ruhumun derinliklerinde, bana biçilmiş olan sevme kapasitesinin sınırlı olduğunu biliyorum. O, bir pınar gibi çağlamaz; bir testide saklanmış, idareli kullanılması gereken bir sudur. Ben, işte bu suyu sana, her damlasını bilerek, israf etmeden sunmayı taahhüt ediyorum. Sen de benden, sonsuz bir alev değil, ama sönmeyen bir kandil beklemelisin.”

O an, Melissa’nın gözlerinde bir şey kırıldı. Belki bir hayal, belki bir çocukluk masalı. Lakin yerine, daha sağlam, daha soğuk, daha gerçek bir şey inşa oldu. Dudakları titreyerek, fakat sesi metin bir şekilde cevap verdi:

“Kabul ediyorum.”

Ve Martin, nikâh yüzüğünü o ince, narin parmağa geçirirken, zaferini değil, bir savaşın ilk ateşkesini kutluyor gibiydi. Aşk denen o kısa ömürlü tanrıyı tahtından indirmiş, yerine, daha dayanıklı, daha insani bir antlaşma koymuştu. Dışarıda, güneş bulutların arasından sızmaya başlarken, Martin, kendi inşa ettiği bu soğuk ve aydınlık kaderin, birkaç yıl sonra solup gidecek sıcak bir yalanın ateşinden çok daha değerli olduğunu düşündü. Aldatılma korkusu yoktu artık, zira en büyük aldatmacanın –ebedi aşk yalanının– daha en başında farkına varmış ve onu hayatının merkezinden söküp atmıştı. Geriye, iki yabancının, hayatın zorlu denizinde birbirine kenetlenmiş, aşkın ötesinde, daha derin ve daha karanlık bir bağla bağlanmış iki yalnız yolcu olarak kalması kalmıştı.
 
Konu sahibi
Zihnimin Kalesi ve Aşkın Tuzağı

Hayatım, bir paranoyanın labirentinde kaybolmuş bir dedektif romanı gibiydi. Her gölge bir ipucu, her rüzgar esintisi ise fısıldayan bir tehditti. Gözlerimin görmediği, ama ruhumun hissettiği "odaklar" zihnimi ele geçirmek için pusuda bekliyordu. Bu kaostan korunmak için, ruhuma bir kale, beton ve çelikten bir sığınak inşa ettirmiştim. 24 saat teyakkuzdaydım; dünya, benim kişisel soğuk savaşımın sahnesiydi.

Ve tam da bu yangın yerinin ortasında, o... Elena... Tüm masumiyeti ve dünyevi güzelliğiyle, bir "evlilik teklifi" denen tuzağı kurdu önüme. Sanki hayat, bana oynadığı bu büyük oyunda en savunmasız anımda saldırıyordu. Romantizm, bu çağın en sinsi psikolojik operasyonuydu ve ben, bu akıma kapılmaya asla müsaade edemezdim. Evlilik, en büyük zaafiyet olurdu.

O an, zihnimin koridorlarında bir alarm çaldı. Tüm savunma mekanizmalarım devreye girdi. Bu teklifi, ciddiyetini buharlaştıracak, onu popüler kültürün sığ sularına hapsedecek bir cevapla karşılamalıydım. Hafif, mizahi, neredeyse kayıtsız... Dudaklarımda, bir YouTube şakası kadar yapay bir tebessümle, o meşhur cümleyi söyledim: "I said no."

Saniyeler, bir asır gibi uzadı. Odanın atmosferi aniden değişti. Elena'nın yüzündeki o kırılgan umut ışığı, önce bir donukluğa, ardından da soğuk ve keskin bir buzul parçasına dönüştü. Gözleri, artık sevgiyle parlayan iki yıldız değil, içimi okuyan birer dedektif projektörüydü. Sırtımdan aşağı bir ürperti yayıldı; bu, uzaylıların varlığına dair hissettiğim tuhaf titreşimlerden çok daha gerçek, çok daha tehlikeliydi.

"Demek," diye fısıldadı sesi, yumuşak ama bir o kadar da ölümcül, "büyük reset'in ve peşindeki gizli güçlerin arasında, aşk denen 'zaafiyete' yer yok, öyle mi?" Her kelimesi, zihnimin duvarlarına çarpan bir mermi gibiydi. Benim delice gerçekliğimi, sanki bir senaryo yazarmışçasına biliyordu. Bu, tesadüf olamazdı.

Ayağa kalktı. Boyu, o an, odayı dolduran bir gölge gibi geldi bana. "Ayrıca seninle uğraşan odakların ben olmadığımı kim söyledi?" Dedi.

Kapıyı kapattığında, çıkan ses, sadece bir tahtanın sesi değil, benim dünyayla olan son bağımın kopuşunun lanetli bir müziğiydi. O gittikten sonra, sığınağımın duvarları ilk defa bu kadar soğuk, sessizlik bu kadar yüksek sesle bağırıyordu. "I said no" esprisi, zihnimde bir patlama etkisi yaratarak geri tepti. Belki de korunmam gereken asıl şey, dışarıdaki hayali tehditler değil, içimde büyüttüğüm korkularım ve kaybettiğim bir aşkın yankılanan sessizliğiydi. Ve o andan itibaren, gerçek paranoyanın ne olduğunu anlamaya başladım: Tek başına, dört duvar arasında, bir 'hayır'ın bedelini ödemek.
 
Konu sahibi
Havayı Yoklayan Adamlar

Güneş, insafsızca kentin üzerine çöktüğünde, termometreler cıvanın 30 dereceyi aştığını fısıldadığında, onlar çıkarlardı sığınaklarından. Gölgelerin mabedinden, serin ve loş hafızalı labirentlerden süzülür, asfaltın buğusuna karışırlardı. Kendilerine, bir saygı ifadesi olarak, "Havayı Yoklayan Adamlar" derlerdi. Onlar, kavurucu yazın gizli mimarları, atmosferin terzileriydi.

Giysileri, güneşin deli sarısına inat, gece yarısı mavileri ve toprak grileriyle bezenmişti. Sırtlarında, antik çağlardan kalma birer kehanet aleti zarafetini taşıyan cihazlar asılıydı. Bu cihazlar ne altındı, ne de gümüş; onlar, insanlığın kavurucu sıcağa karşı son nefesini, en zarif teknolojiyle dondurduğu birer abideydi. Pirinç ve çelikten gövdeleri, havanın nabzını tutan kristal ekranlarıyla, onlar sadece alet değil, birer ruhani eşlikçiydi.

Birinin elinde, Termik Ahenk Regülatörü yükselirdi. Cihaz, havadaki ısı titreşimlerini, görünmez bir orkestra şefi edasıyla yönetir; sert ve keskin olanları yumuşatır, yoğun olanları seyreltir, nihayetinde sıcaklığın katı bir gerçeklik olmaktan çıkıp, ipeksi bir hisse dönüşmesini sağlardı. Diğeri, Atmosferik Telafi Miğferini takmıştı. Bu, başının çevresinde, ısı dalgalarını büken, onları zararsız bir tül perdesine çeviren soluk, mor bir enerji halesi yayardı.

Kent, onların gelişini sessizce beklerdi. Betonların genleşme çıtırtıları, klima dış ünitelerinin umutsuz homurtuları arasında, onların adımları bir nizam, bir ritim getirirdi sokaklara. Bir köşe başında durur, cihazlarından birine dokunurlardı. Anında, o kavşakta, yakıcı bir esinti, serinletici bir nefese; boğucu bir durgunluk, hafif bir melteme dönüşürdü. Parkta, çimenlerin üzerine bıraktıkları bir ayar, yaprakların hışırtısına taze bir canlılık, gölgelere ise neredeyse elle tutulur bir serinlik katardı.

Onlar sadece sıcaklığı düşüren mühendisler değil, birer "Hava Doktoru" idiler. Havayı yoklarlardı; parmak uçlarıyla değil, cihazlarının titreşimleriyle, ruhlarıyla... Sıcağın ruh halini, güneşin moralini anlarlardı. Bir çocuğun alnındaki teri silmek, yaşlı bir adamın nefes alışını rahatlatmak için, gözle görülmeyen ama kalple hissedilen bir mücadele verirlerdi.

Akşam, güneş ufka yenik düşüp de serinlik kente yeniden hükmetmeye başladığında, onlar da, görevlerini sessizce tamamlamış birer gece ritüeli ustası gibi, sığınaklarına çekilirlerdi. Arkalarında, daha yaşanılır, daha nefes alınabilir bir kent bırakırlardı. İsimleri hiçbir gazetede yayımlanmaz, hiçbir anonsla duyulmazdı. Onların şanı, sadece, akşam esintisinde dinlenen insanların yüzündeki o minnet dolu ifadede, bir serin su yudumunun verdiği huzurda saklıydı.

Çünkü onlar, sıcağa karşı sessiz bir devrim yapan, teknolojiyi bir şefkat eli gibi kullanan, Havayı Yoklayan Adamlardı.
 
Konu sahibi
Saat Ustalarının Laneti

Keder, Rüzgârın Fısıldadığı Şehre, bir sonbahar akşamının lacivert örtüsü çökerken geldi. Şehrin taşları, geçmiş asırların ağırlığıyla inliyor, daracık sokaklarından, bin bir medeniyetin hikâyesi fısıldanıyordu. İskender, genç ve hırslı bir antikacı ve dilbilimci olarak, hayatının keşfini bu şehrin tozlu raflarında arıyordu. Ta ki, "Zaman'ın Çarkı" isimli mütevazı dükkânın loş ışığına, cildi insan derisiyle kaplanmış, muhallebi kıvamındaki sarılığa bürünmüş bir defteri bulana kadar.

Defter, sıradan bir metin değildi. Sayfaları, "Kadran Lisanı" denilen, unutulmuş bir saat ustaları tarikatının gizemli yazısıyla doluydu. Harfler, dişliler, akrepler, yelkovanlar ve güneş sembolleriyle örülmüştü. Her bir işaret, zamanın ritmine vakıf olmayı gerektiren bir bilmeceydi. İskender, büyülenmişçesine defteri inceliyor, satır aralarında geziniyordu. İlk sayfada, kırmızı mürekkeple, şu satırlar yazılıydı:

"Her kim ki bizim sırlarımızı öğrenmeye cüret eder, onun vakti, kum saatinde sıkışan son taneler misali, azap içinde tekerrür eder. Zaman, merhametini kaybeder; geçmiş, şimdi ve gelecek, birbirine karışır. Biz, Saat Ustaları, bunu böyle buyurduk."

İskender bu lanet sözleri bir anlam veremeden, okumaya devam etti. Defter, zamanın akışını manipüle etmenin, bir saati geriye ya da ileriye almanın, hatta küçük anları dondurmanın sırlarıyla doluydu. İlk denemeleri masumane oldu; bozuk bir duvar saatinin akrebi, onun fısıldadığı kadim bir kelimeyle titreyerek doğru vakti göstermeye başladı. Heyecanı, ihtiyatının önüne geçmişti.

Fakat lanet, bir gece yarısı, sessiz sedasız tezahür etti. İskender, defterin bir sayfasındaki özellikle karmaşık bir diyagramı çözmeye çalışırken, odasındaki antika saat aniden durdu. Sonra, geriye doğru tıklamaya başladı. Her 'tik', odanın havasını biraz daha soğutuyor, etrafa, paslanmış metal ve toz kokusu yayılıyordu. İskender, pencereden dışarı baktı; sokak lambasının altında, üzerinde 18. yüzyıl kıyafetleri olan bir adam beliriyor ve bir sonraki saniyede buğulanıp kayboluyordu. Zaman çatırdıyordu.

Lanet, onu yavaş yavaş kuşatmaya başladı. Rüyaları, geçmişte yaşanmış, kendisinin olmayan anılarla doldu. Bir anda, bir çocuğun, artık var olmayan bir çeşmenin başında oynadığını hatırlıyor, ertesi gün bir cenaze törenindeki acıyı yüreğinde hissediyordu. Uyanıkken bile, zaman sıçramaları onu yıpratıyordu. Bir fincan kahveyi eline alıp yere düşürdüğünde, fincanın yere çakılışını ve aniden havaya zıplayıp tekrar eline dönüşünü izliyordu. Her döngü, onu biraz daha yoruyor, biraz daha tüketiyordu. Aynada kendi yansıması, bazen gençleşiyor, bazen de bir anda yaşlanıp gözlerinin içindeki ışığı kaybediyordu.

Çaresiz, defterde bir çare aramaya koyuldu. Son sayfalara doğru, bir şifre daha buldu. Laneti ancak, "Zaman'ın Kalbi" olarak adlandırılan ve şehrin en yüksek kulesinin tepesinde, görünmez bir odada saklı olduğu söylenen efsanevi bir mekanizmanın sıfırlanmasının kaldırabileceği yazıyordu.

Yolculuğu, bir kabuslar alemine dönüştü. Daracık, taş merdivenlerden tırmanırken, etrafında fısıltılar yankılanıyor, gölgeler, geçmişin ve geleceğin hayaletleri gibi dans ediyordu. Zaman, burada daha da akışkandı; bir an çocukluk arkadaşını koridorda görüyor, bir an henüz doğmamış torununun ismini fısıldayan bir ses duyuyordu.

Nihayet, kulenin tepesindeki odaya vardı. Oda, devasa, kristal dişlilerden ve ışıldayan kanallardan oluşan, göz kamaştırıcı bir mekanizmayla doluydu. Bu, şehrin, belki de dünyanın zaman çarkıydı. Tam ortasında, insan kalbi gibi ritmik ama düzensiz atan, altından bir kadran vardı. Bu, Zaman'ın Kalbiydi.

İskender, defterde yazılanları hatırlayarak, titreyen elleriyle kadrana uzandı. Tüm bildiği kadim kelimeleri, tüm çözdüğü şifreleri mırıldanarak, mekanizmanın ritmini yakalamaya, onu "sıfırlamaya" çalıştı. Dişliler inleyerek durdu, sonra ters yönde dönmeye başladı. Odada bir fırtına koptu; ışık huzmesinden yapılma girdaplar etrafında dönerken, İskender kendi hayatının, sevinçlerinin, acılarının, kayıplarının ve umutlarının enstantanelerini izledi.

Son bir hamleyle, kalbin atışını durdurdu. Her şey sustu.

Mekanizma, yeni ve temiz bir ritimle, yavaş yavaş çalışmaya başladı. Odadaki ağır hava kalkmış, yerini taze bir sabah serinliğine bırakmıştı. İskender, bitkin bir halde, taş zemine yığıldı. Aynaya baktığında, artık sadece kendi yansımasını görüyordu. Lanet kalkmıştı.

Ama hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Artık biliyordu ki, zaman, oynanacak bir oyuncak değil, saygı duyulması gereken kutsal bir dokuydu. Rüzgârın Fısıldadığı Şehir'den ayrılırken, cebinde hâlâ o kadim defter duruyordu. Fakat artık onun sayfaları, İskender için bir güç rehberi değil, bir ustanın, ihtiyatın ve hatırlamanın sessiz bir nişanesiydi. Ve hayatının sonuna kadar, her saatin 'tik-tak'ını, geçmişin ağır lanetini değil, şimdiki anın kıymetli hediyesini hatırlatan bir ninni gibi dinleyecekti.
 
Konu sahibi
Gölge Tahtının Varisleri

I. Küller ve Kehanet


Güneş, Solgun Diyar'ın üzerine, bir demirci ustasının soğumakta olan körük ateşi gibi, ağır ve kızıl bir ışık yayıyordu. Gökyüzü, mor ve turuncunun hasta tonlarına bürünmüş, ufukta yükselen Çatlak Dağların siluetini kanayan bir yara gibi çerçeveliyordu. Rüzgar, terk edilmiş kemik-beyazı ağaçların arasında, unutulmuş isimleri fısıldayarak dolaşıyordu. İşte bu ölümcül güzellikler diyarında, Gölge Tahtının mirası, bir lanet gibi havada asılı duruyordu. Taht, ne tahtadan ne de madenden yapılmıştı; o, insan kalbindeki en karanlık arzuların, en derin pişmanlıkların somutlaşmış haliydi ve onu kim ele geçirirse, gerçekliğin dokusunu hafifçe eğip bükme yetkisini elde ediyordu. Fakat bu yetki, sahibinin ruhundan sürekli bir bedel talep ediyordu.

Kütüphane, bir mezardan ziyade bir hafıza hazinesiydi. Raflar, solmuş mürekkeple yazılmış, deri ciltli kitapların ağırlığıyla inliyordu. Toz taneleri, tek bir pencereden sızan soluk ışık huzmesinde, evrenin bütün sırlarını taşıyan minik gezegenler gibi dans ediyordu. Burada, Elian, parşömenlerin sarı sayfaları arasında hakikatin izini sürüyordu. Genç, neredeyse naif bir çıraktı; gözleri, okuduklarının ağırlığını henüz taşıyamayacak kadar berraktı. İşte o gün, diğerlerinden farklı, üzerinde gümüş yıldız işlemeleri olan bir tomar buldu. Tomarı açtığında, kehanet zihnine bir yılan gibi sokuldu: "Gölge Tahtı, üç varisin kanı ve iradesiyle uyanacak. Biri Hakikati Gören, biri Düşleri Dokuyan, biri de Vakti Tersine Çeviren. Ancak üçü bir olduğunda, Taht gölgesini dünyaya salacak veya ebediyen karanlığa gömülecek."

II. Rüya Dokumacısı

Kehanetin peşinde, Elian, kendisini Uyku Şehri Somnia'nın labirentvari sokaklarında buldu. Burası, sakinlerinin gerçek dünyadan kaçarak, sürekli bir uyku çömleğinde kaybolduğu bir yerdi. Evlerin kapıları yoktu, sadece ağır, işlemeli perdeler vardı. Hava, lavanta ve unutkanlık buharıyla doluydu. Ve şehrin kalbinde, bir kubbedeki ipek yatağında, Leyla uyuyordu. Onun rüyaları sadece zihninde kalmaz, odasının duvarlarına, hatta şehrin sokaklarına sızarak, insanların gerçeklik algısını şekillendirirdi. Elian onu bulduğunda, Leyla, göz kapakları kapalı, parmaklarıyla havaya görünmez iplikler dokuyordu. Etraflarındaki taşlar, bir anlığına çiçeklere dönüştü ve sonra tekrar taşa döndü.

"Seni bekliyordum, Gören," diye fısıldadı dudakları kıpırdamadan, sesi zihninde çınladı Elian'ın. "Sen geçmişin tozlu sayfalarında hakikati ararken, ben geleceğin sonsuz ihtimallerinde kayboluyorum. Hangisi daha gerçek? Okuduğun bir satır mı, yoksa dokuduğum bir rüya mı?"

Elian, cevap veremeden, zemin titremeye başladı. Gölge Tahtının gücü, Leyla'nın rüya alanını istila ediyor, onun güzel illüzyonlarını, kabusa dönüştürüyordu.

III. Zamanın Bekçisi

Kaçışları onları, Zaman Çarkının döndüğü söylenen Kadim Obsidiyen Dağı'na sürükledi. Dağın zirvesinde, dünyanın tüm zamanlarını gözleyen, kendini bir münzevi gibi yaşayan Kael vardı. Fakat Kael, kehanette söylendiği gibi "Vakti Tersine Çeviren" değil, onun sadece bekçisiydi. Gerçek varis, onun ikiz kardeşi, hırsları yüzünden çoktan Gölge Tahtının ayartıcı fısıltılarına kapılmış olan Lyra'ydı.

Kael, Elian ve Leyla'yı, gözleri binlerce yılın yükünü taşıyan, solgun bir adam olarak karşıladı. "Lyra," diye inledi, sesi taşların gıcırtısı gibiydi, "zamanın akışını durdurmak, sevdiği herkesi ölümsüz kılmak istedi. Ama Gölge Tahtı, saf iyiyi değil, en yoğun duyguyu beslenme olarak kullanır. Lyra'nın sevgisi, saplantılı bir tutkuya dönüştü ve şimdi, zamanı çarpıtarak, bu dağı sonsuz bir 'şimdi' anına hapsetmek üzere."

İşte o an Lyra, bir güç halesiyle çevrili olarak ortaya çıktı. Etrafındaki hava titriyor, kayalar bir an için toz, sonra tekrar kaya oluyordu. "Kardeşim," diye haykırdı, "sen geçmişin yasını tutmakla meşgulsün, ben ise geleceği kurtarmak istiyorum!"

IV. Akışın Şaşırtıcı Dönüşü

Savaş, dağın zirvesinde, gerçeklik kurallarının askıya alındığı bir kaos içinde patlak verdi. Leyla, Lyra'nın zaman bükücü saldırılarına karşı, onun zihninde unutmuş olmayı umduğu anıları canlandıran rüya kalkanları örüyordu. Elian ise, kehanet tomarlarında okuduğu kadim bir büyüyü mırıldanarak, Lyra'nın gücünün kaynağı olan Gölge Tahtı'nın enerji bağlarını zayıflatmaya çalışıyordu.

Fakat savaşın doruğunda, beklenmedik olan oldu. Elian, kehanetin aslında bir uyarı değil, bir tuzak olduğunu anladı. "Üçü bir olduğunda!" diye bağırdı, "Bu, güçlerimizi birleştirip Tahtı aktif hale getirmemiz için bir davetiyeydi! Gerçek miras, onu reddetmekte yatıyor!"

Lyra, bu fikre öfkeyle saldırdı, ama Kael, kardeşinin önüne atladı. Ona dokundu ve tüm zaman bilgeliğini kullanarak, Lyra'ya, sevdiği insanları ölümsüz kılmanın, onları sonsuz bir hapishaneye mahkum etmekten farksız olduğunu, anın güzelliğinin ise geçiciliğinde yattığını gösterdi. Bu, bir saldırı değil, bir armağandı.

Lyra'nın gözlerindeki fanatik ışık söndü ve yerini derin, hüzünlü bir kavrayışa bıraktı. Leyla, o anda, üçünün de zihnini bir rüya ağıyla birleştirdi; Elian'ın bilgeliği, Kael'in tecrübesi ve Lyra'nın pişmanlığı. Birlikte, bir seçim yaptılar.

V. Gölgenin Reddi

Gölge Tahtı, onları çağıran, baştan çıkarıcı bir fısıltıyla zihinlerinde belirdi. Onlara her istediklerini vaat ediyordu: Mutlak bilgi, ebedi rüyalar, kayıp zaman. Ama üçü de, birbirlerine bakarak, başlarını salladı.

Birlikte, iradelerinin gücüyle, Taht'ın cazibesini geri çevirdiler. Bu bir yok etme değil, bir mühürlemeydi. Taht'ın gölgesi, odaklanacak bir varis bulamayınca, yoğunluğunu kaybetti, bir duman gibi dağılıp Solgun Diyar'ın üzerindeki ağır havaya karıştı. Artık bir güç nesnesi olarak değil, sadece bir seçimin, bir vazgeçişin sembolü olarak var olacaktı.

Elian, kütüphaneye, ama bu keşfin ağırlığını bilerek döndü. Leyla, uyanık bir dünyada rüyalar dokumayı öğrenmek için Somnia'dan ayrıldı. Kael ve Lyra ise, Obsidiyen Dağı'nda, zamanın gerçek doğasını, onu kontrol etmeye çalışmadan izlemek için kaldılar.

Gölge Tahtı'nın varisleri, onu ele geçirerek değil, ondan vazgeçerek gerçek mirasçıları olduklarını kanıtlamışlardı. Ve bazen, en büyük güç, gücü reddetme cesaretinde yatar. Geriye ise, sadece küller ve bir seçimin sessiz yankısı kalmıştı.
 
Konu sahibi
Rüya Kütüphanecisi

Şehrin kalbinin attığı caddelerden uzakta, bir sarmaşık denizinin arkasına saklanmış, taştan yapılma müstakil, küçük bir ev vardı. Kapısında numara yoktu, zili çalınmazdı. İçeride, yalnızca ışık tozunun süzülebildiği kalın perdelerin arkasında, Leylak yaşardı. İnsanlar ona, eğer varlığından haberdarlarsa, "Rüya Kütüphanecisi" derdi.

Leylak, sıradan bir koleksiyoncu değildi. Onun ilgilendiği hazine, insanların uyku anlarında zihinlerinde çakan şimşekler, açan çiçekler ve derinlere dalan gemilerdi: Rüyalar.

Her gece, şehrin üzerine çöken sessizlikle birlikte işine koyulurdu. Odasının ortasındaki kadim bir ağaçtan oyulmuş koltuğa oturur, avuçlarıyla, havada görünmez bir şeyi yoğurur gibi hareketler yapardı. Zihni, bir ağ misali şehrin üzerine yayılır, pencerelerden sızan rüyaları, henüz buharlaşmadan, titreşimleriyle yakalardı. Bir çocuğun uçma hayali, bir balıkçının fırtına korkusu, bir aşıkın kayboluşu, bir katilin pişmanlığı... Hepsi, Leylak'ın görünmez ağına takılır, onun tarafından toplanırdı.

Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte, en kıymetli iş başlardı: Ciltleme. Leylak, topladığı rüyaları, özel mürekkeple, yaprakları incecik, saman rengi parşömenlere dökerdi. Mürekkep, rüyanın rengine bürünürdü; korku dolu bir rüya gri ve dalgalı, neşeli bir rüya altın sarısı ve dans eden çizgilerle, özlem dolu bir rüya ise mor ve hafif puslu bir tonda yazılırdı. Her rüya, bir sayfaya sığdırılır, sonra benzer duygulara, temalara sahip olan diğer rüyalarla bir araya getirilerek ciltlenirdi.

Ve böylece, evinin her odası, koridoru, hatta merdiven altları, bu ciltli rüya kitaplarıyla dolmuştu. Burası, dünyadaki en kişisel, en gizli, en görünmez kütüphaneydi. Raflarda "Kayıp Diyarların Coğrafyası", "Uçan Balıklar ve Süzülen Kediler", "Hiç Bitmeyen Vedalar", "Yeniden Kurulan İlk Buluşmalar" gibi isimler taşıyan ciltler sıralanırdı.

Bir gün, kapısına, gözleri çiçek pası renginde, genç bir kadın geldi. Adı Elif'ti. Yıllardır aynı rüyayı görüyor, bir odaya girip içinde ne olduğunu asla hatırlayamadan uyanıyordu. Bu unutuş, onun gündüzlerine de sirayet etmiş, kalbinde tarifsiz bir boşluk açmıştı. Bir dedesinin eski notlarında, Rüyaların Hafızasını bulabileceği bir yerden, bir Rüya Kütüphanesi'nden bahsedildiğini okumuştu.

Leylak, onu ilk gördüğünde şaşırmadı. Bazı ruhlar, kayıp parçalarının kokusunu takip edebilirdi. Elif'i içeri aldı. Ona, "Unutulan Odalar" bölümünü gösterdi. Saatlerce, sayfaları çevirdi Elif. Ta ki, bir sayfada, mürekkebin laciverte büründüğü, kapısı hafif aralık, içinden hüzünlü bir piyano sesi gelen bir oda çizimine rastlayana kadar. Kalbi yerinden oynayacak gibi oldu. Bu, rüyasındaki odaydı. Sayfaya dokunduğunda, sadece görüntüyü değil, rüyadaki o soğuk taş duvarın hissedişini, piyanonun sesindeki hüznün ağırlığını ve odanın içinde, bir köşede duran, üzerinde annesinin fotoğrafı olan bir sehpayı da hissetti. Anı, bir sel gibi zihninde canlandı. Bu oda, çocukken kaybettiği annesinin, hasta yatağındaki odasıydı. Beyni, acıyı hafifletmek için bu anıyı rüyalarında bile saklamış, kapıyı kapatmıştı.

Gözlerinden, yılların birikmiş gözyaşları boşandı. O an anladı ki, bu kütüphane sadece bir koleksiyon değil, insanlığın kayıp hafızası, iyileşmemiş yaralarının arşiviydi. Leylak ise, bu hafızanın sessiz bekçisi.

Elif, o günden sonra sık sık kütüphaneye gitti. Bazen kendi kayıp parçalarını aradı, bazen de sadece başkalarının rüyalarında gezindi. Bir gün Leylak'a, "Neden yapıyorsun bunu?" diye sordu.

Leylak, parmağıyla bir cildin tozlu sırtını okşayarak cevap verdi: "Çünkü rüyalar, gerçek dünyanın tamamlayıcısıdır. Burada, uyanıkken sahip olmadığımız cesarete sahip olur, söyleyemediğimiz sözleri söyler, kavuşamadığımız insanlara kavuşuruz. Ben, sadece bu ikinci, belki de daha gerçek hayatı kayıt altına alıyorum. Bir gün bu dünya yok olsa, birileri bu kütüphaneyi bulsa, insan denilen varlığın aslında ne kadar renkli, korkak, cesur, kırılgan ve umut dolu olduğunu anlarlar."

Elif, bir süre sonra kendi rüyalarını getirmeye başladı. Artık uçtuğu, annesiyle konuşabildiği, huzur dolu rüyalarını... Leylak, onları da diğer "İyileşen Kalpler" cildine dizerken, ilk kez, incecik bir tebessümle gülümsedi. Çünkü biliyordu ki, bu görünmez kütüphane, sadece geçmişin değil, iyileşmenin ve umudun da arşivi olmaya devam edecekti. Ve o, bir gün yerini bir başka ruh devralana kadar, insanlığın ortak bilinçdışının sessiz kütüphanecisi olarak kalacaktı.
 
Konu sahibi
Kaderi Tuzlanmış Bir Kahve ve Rio'ya Uzanan İsyan

Nazlı hanımefendinin evinin şık kapısından içeri adımını attığında, genç adamın yüreği kendi orkestrasını çalıyordu. Her şey, geleneğin kutsal ritüellerine uygun ilerliyordu. Sohbetlerin zarif dansı, iltifatların çiçekli bahçesi derken, mukadder lezzet testinin vakti geldi. Gümüş bir tepsi üzerinde, ince belli zarif bir fincan, genç adama doğru yaklaştı. Bu, aşkın tuzla terbiye edildiği bir sınavdı.

Fincanın kendisine uzatılmasıyla birlikte, genç adam bir yudum aldı ve yüzündeki her kas anında isyankar bir gerilimle dondu. Damak zevki, beklenen acı tatlı lezzet yerine, adeta bir deniz suyu istilasına uğramıştı. İçindeki romantik senaryolar bir anda yerini tıbbi bir paranoyaya bıraktı. Gözlerini, kendisine bu ikramı sunan, olmasını hayal ettiği geleceğin kayınvalidesi adayına dikerek, sesini soğuk ve keskin bir tonda yükseltti:

"Bu ne cüret, hanımefendi? Beni daha dünkü tanışıklığımızda, sıhhatime kasteden bir suikastçıya mı dönüştürdünüz? 'Tansiyon hastası mı yapma niyetinizdesiniz' beni? Bu kahve, bir kabul ritüeli değil, adeta bir tuzak!"

Salondaki tüm neşe anında buharlaştı, yerini ağır ve donuk bir sessizlik aldı. Kız tarafının yüzleri, şaşkınlık ve utancın karmakarışık etkisiyle al al olmuştu. Fakat genç adamın öfkesi dinmiyordu. Ayağa fırlayarak, bu "saygısızlık" karşısında tüm niyetinin bittiğini, bu evle artık bir bağının kalmadığını ilan etti. Ardından, beklenmedik bir manevrayla, adeta hayatındaki hayal kırıklığını telafi edecek egzotik bir kaçış planını açıkladı

"Rio'ya gidiyorum! Evet, dostlarımla buluşup Karnavalın coşkusuna kendimi bırakacağım. Bu yaşananların ağır yüküyle burada duramam. Moralim, bu tuzlu facia yüzünden yerle bir oldu!"

Fakat bu dramatik çıkış, onun için final değildi. Tam kapıya yöneldiği sırada, bir an durdu ve olayın asıl müsebbibi, kızın babasına döndü. Yüzünde, utancın bedelini ödetmeye yönelik pragmatik bir ifade belirdi.

"Şimdi," dedi, sesi biraz daha yumuşamış ama kararlılığından hiçbir şey kaybetmemişti, "bu tuzlu kahve ayıbını, bu utancı, aranızda nasıl örter, ne şekilde izah edersiniz bilemem. Lakin benim gönlümü almak ve bu ağır darbenin sarsıntısını hafifletmek sizin elinizde değil. En azından, havalimanına olan yol parasını, bu 'manevi tazminatın bir nişanesi olarak karşılamalısınız. Rio'ya gidişimin maddi yükünü sırtlanmak, bu yaşadığımız garip vakıanın en makul telafisi olacaktır."

Böylece, kaderi tuzlanmış bir kahvenin kıvılcımıyla yanıp tutuşan bu sıra dışı hikaye, genç adamın cebindeki tazminatla birlikte, bir aile sohbetinin değil, Rio Karnavalının coşkulu ritimlerine doğru yol almasıyla son buldu. Geride ise, bir fincan kahve, bir avuç tuz ve çözülmeyi bekleyen bir sürü şaşkın soru işareti bıraktı.

Genç adam, cebinde babadan elde ettiği tazminatla havalimanına doğru yol alırken, içinde fırtınalar esiyordu. Yaşadığı onur kırıcı durumun öfkesiyle kendini Rio'nun kollarına atacak, karnavalın coşkusuyla avutacaktı. Uçağa binerken, o evi ve o lanet olası tuzlu kahveyi geride bırakmanın rahatlığını hissediyordu.

Rio'ya vardığında kendini hemen karnavalın kalbindeki sokaklara, renk cümbüşünün ve samba ritimlerinin ortasına attı. İnanılmaz kostümler, danslar, müzik... Her şey düşündüğü gibiydi. Derken, dev bir şamdanın altında duran, yüzü maske ile kapalı, ancak inanılmaz çekici bir enerji yayan bir kadın gördü. Kadın ona doğru yaklaştı ve elindeki iki kokteylden birini uzattı. "Bu gece için!" dedi coşkulu bir sesle.

Birlikte dans ettiler, eğlendiler, gece boyunca hiç ayrılmadılar. Genç adam, bu gizemli kadına kendini o kadar kaptırmıştı ki, tüm kahve travmasını unutmuş gibiydi. Şafak sökerken, kadın yavaşça maskesini çıkardı.

Genç adam donakaldı. Karşısında, tuzlu kahveyi servis eden, "nişanlısı" olacağı kız duruyordu!

"Ben... Sen..." diye kekeledi, şaşkınlıktan dil tutulmuştu.

Kız, muzip bir gülümsemeyle, "Babamın fikriydi," diye açıkladı. "Seni sınamak için. Ama sen 'tansiyon hastası' dramını çekip parayı kapınca, planımız suya düştü. Ben de pes etmedim. Senin Rio'ya gideceğini tahmin ettim. Burada, gerçek kimliğimi gizleyerek seni buldum. Amacım, babamın haksız olduğunu kanıtlamak ve senin aslında ne kadar 'sıra dışı' biri olduğunu görmekti."

Sözlerine devam etti: "O tuzlu kahve bir testti, evet. Ama senin tepkin ve sonrasında sergilediğin 'Rio' numarası... Aslında senin hayat dolu, spontane ve sıkıcılıktan uzak biri olduğunu gösterdi. Babamın istediği gibi geleneksel, her şeye evet diyen biri değilmişsin. Sonra anladım ki," diye ekledi, gözlerinde bir ışıltıyla, "Ben de tam senin gibi sürprizlerle dolu bir hayat istiyorum."

Genç adam, önce şok, sonra da derin bir hayranlıkla ona baktı. Tüm bu kaos, onu gerçek aşkına getiren bir yolculuğa dönüşmüştü. Bir fincan tuzlu kahve, onları birbirinden ayırmak yerine, çok daha güçlü bir şekilde bir araya getirmişti.

O anda, Rio'nun renkli sokaklarında, şafak vakti, birbirlerine sarıldılar. Bu sefer ikisi de aynı fikirdeydi: Hayat, beklenmedik sürprizlerle doluydu ve bazen en tuzlu başlangıçlar, en tatlı sonlara gebeydi.
 
Konu sahibi
Mavi Tüyün Peşinde

Cem, o sabah her zamanki gibi Maviş’in cıvıltılarıyla uyanamadı. Sessizlik o kadar yoğun, o kadar yanlıştı ki. Hemen salona fırladı. Kafes boştu. Küçük, mavi kapısı ardına kadar açıktı. Yüreği ağzına geldi. Maviş, ailesinin bir parçası, evin neşesiydi. Eşi Ayşe ile kızı Zeynep de olayı öğrenince ev bir matem evine döndü.

Polise başvurdular ama Cem, bir evcil kuşun kayıp dosyasının poliste ne kadar öncelikli olacağını biliyordu. İçindeki dedektif uyanıverdi. Maviş sadece bir kuş değildi; o bir aile üyesiydi.

İlk iş olarak, dedektif romanlarından gördüğü gibi, olay yerini incelemeye başladı. Eline geçirdiği büyüteciyle kafesi, pencere kenarlarını taradı. Pencerede zorlama izi yoktu. Kafesin etrafında, Maviş’in sevdiği darı tanelerinden başka bir şey yoktu. Tam umutsuzluğa kapılacakken, kafesin hemen yanındaki halının üzerinde, normalden biraz daha büyük, parlak mavi bir tüy buldu. Maviş'in tüyleriydi bunlar, emindi. Ama burada neden dökülmüştü? Belki de çalan kişi, Maviş’i kafesinden çıkarırken kuş çırpınmış ve bu tüy düşmüştü.

Mahalledeki komşuları tek tek dolaştı. Kapıcı, o sabah garip bir şey görmediğini söyledi. Ancak bakkalın önünde oynayan çocuklardan biri, "Bir amca, kafesle bir kuş taşıyordu" dedi. Tarife göre, orta yaşlı, şapkalı biriydi ve yön olarak da çarşı tarafına doğru gitmişti.

Çarşı... Ve orada, ışıltılı vitrininde onlarca kuş kafesi sallanan "Sarı Kanat Kuşçuluk" dükkanı aklına geldi. Dükkanın sahibi, Turgut Usta, her türlü kuşu alıp sattığını iddia eden, sinsi bakışlı bir adamdı. Cem birkaç kez Maviş'e yem almaya gitmiş ve Turgut Usta'nın kuşlara olan ilgisinin ticari olmanın ötesine geçtiğini, adeta takıntılı olduğunu hissetmişti.

Ertesi gün, doğruca Turgut Usta'nın dükkanına gitti. Çan çaldı, içeri girdi. Dükkan, yüzlerce kuşun bir arada ötüşünden yankılanıyordu. Turgut Usta, tezgahın arkasında bir kafesi temizliyordu.

"Hoş geldiniz Cem Bey, Maviş'e yem mi alacaksınız?" diye sordu Turgut, zoraki bir gülümsemeyle.

Cem, doğrudan saldırmaya karar verdi. Cebinden çıkardığı mavi tüyü tezgaha koydu. "Maviş kayıp, Turgut Usta. Dün sabah evden çalındı."

Turgut'un yüz ifadesi aniden değişti. Bir anlık panik, gözlerinde okundu. "Vah vah, çok yazık. Ama bana niye söylüyorsunuz bunu?"

"Çünkü," dedi Cem, sesini alçaltarak ve dedektifvari bir tavırla, "bazı ipuçları beni buraya getirdi. Ve senin, nadir kuşlara olan düşkünlüğünü biliyorum. Maviş, sıradan bir muhabbet kuşu değildi; konuşma yeteneği olağanüstüydü."

Turgut Usta ellerini temiz bir beze silerek, "Cem Bey, size hak veriyorum, çok üzücü. Ama ben kanun kaçağı değilim. Müşterilerimin kuşlarını çalmam. Zaten dün dükkanım kapalıydı, eşimin hasta akrabasını ziyarete gittik."

Cem, Turgut'un ifadesindeki tutarsızlığı yakalamıştı. "İlginç... Çünkü bakkalın çocuğu, dün bu tarafta kafesle bir adam gördüğünü söyledi. Hem de şapkalı biri. Sen de şapka takıyorsun, değil mi Turgut Usta?"

Turgut'un yüzü bembeyaz oldu. Nefesi sıklaştı. "Bu bir iftira! Beni suçluyorsanız, kanıt getirin!" diye bağırdı, sesi gergin ve tizleşmişti.

Tam o sırada, dükkanın arka tarafından, diğer kuşların cıvıltıları arasında, zayıf ama tanıdık bir ses duyuldu: "Cem Baba! Ayşe Anne! Cik cik!"

Cem'in yüreği yerinden oynayacak gibi oldu. O ses Maviş'e aitti! Turgut, Cem'in tanıdığı sesi duyduğunu anlamıştı. Yüzündeki tüm ifade düştü, direnci kırıldı.

"Tamam," diye inledi, ellerini yüzüne kapattı. "İtiraf ediyorum. Ben yaptım. Dün kapıcıya, su sayacını kontrol etmek için anahtarınızı aldım, bahane uydurdum. O kadar güzeldi ki... O kadar akıllıydı ki... Dayanamadım. Onu satmasam bile, sadece koleksiyonumda tutmak istedim."

Cem, öfkeden çok, büyük bir rahatlama hissediyordu. Maviş bulunmuştu.

Turgut Usta, arka odaya gidip, Maviş'in konduğu altın sarısı bir kafesi getirdi. Maviş, Cem'i görünce çılgına döndü, kanat çırpıp cıvıldıyordu.

"Polisi arayacağım Turgut," dedi Cem, kafesi özenle alarak. "Bunu yapmaya hakkın yoktu."

Turgut Usta, başını önüne eğmiş, hiçbir şey söylemiyordu.

Cem, Maviş'i evine götürürken, küçük dedektiflik macerasının verdiği gurur ve Maviş'e kavuşmanın verdiği mutlulukla doluydu. Bazen en büyük hazineler, en küçük paketlerin içinde saklıydı. Ve o günden sonra, Cem'in evdeki lakabı, "Dedektif Baba" oldu.

Polisler Turgut Usta'yı alıp götürdüğünde, Cem bir kez daha rahat bir nefes aldı. Maviş, kafesinde mutlulukla cıvıldayarak evlerine dönüş yolculuğuna çıkmıştı bile. Ancak eve vardıklarında, Cem beklenmedik bir şeyle karşılaştı.

Maviş, her zamanki gibi "Cem Baba, Ayşe Anne" diye seslenmiyordu. Bunun yerine, dükkanın arka odasındaki gergin diyalog sırasında sürekli tekrarladığı, yeni ve tuhaf bir cümle mırıldanıyordu: "Kırmızı daire, üç vuruş, kanarya öter."

Bu, Maviş'in yeni öğrendiği bir şey olmalıydı. Turgut Usta'nın dükkanında, belki de sürekli tekrarladığı bir şifre ya da talimat... Cem'in içindeki dedektif bir kez daha uyandı. Bu sadece bir kuş hırsızlığından daha büyük bir şeyin ipucu olabilir miydi?

Ertesi gün, polisteki arkadaşı Komiser Murat'ı aradı ve Maviş'in söylediği bu gizemli cümleyi aktardı. Murat başta gülüp geçse de, Turgut Usta'nın ifadesi üzerine ciddiyeti anladı. Turgut, sadece kuş hırsızlığından değil, organize bir antika hırsızlığı çetesinin parçası olduğu şüphesiyle de sorgulanıyordu. Çete, hırsızlık yaptıkları evlerdeki değerli eşyaları, kuşçular üzerinden birbirlerine şifreli mesajlarla iletiyordu.

"Kırmızı daire, üç vuruş, kanarya öter..."

Komiser Murat, ekibiyle birlikte bu şifreyi çözmeye çalıştı. "Kırmızı daire" bir bölgeyi, belki de bir apartmanı temsil ediyor olabilirdi. "Üç vuruş" kapıyı çalma şekli, "kanarya öter" ise işaret ya da "güvende" anlamına gelebilirdi.

Araştırmalar sonucunda, şehrin lüks semtlerinden birinde, kırmızı daire şeklinde bir logoğrafa sahip "Kırmızı Yıldız Apartmanı" buldular. Plan, apartmanı gözlemlemek ve "üç vuruş" yapacak şüpheliyi beklemekti.

O akşam, Cem ve polis ekibi apartmanın karşısında bir araçta beklerken, tanıdık bir silüet yaklaştı. Turgut Usta'nın dükkanında çalışan genç ve ürkek bir çıraktı bu. Apartmanın giriş kapısına üç kez, belirgin aralıklarla vurdu. Bir süre sonra kapı açıldı ve içeri girdi.

Bu, operasyon için yeterli delildi. Komiser Murat ve ekibi, çırağın çıktığı daireye baskın düzenledi. İçeride, daha önce çalıntı olduğu tespit edilen nadir tablolar, mücevherler ve antika eşyalarla dolu bir depo buldular. Çetenin diğer üyeleri de orada, yeni bir "iş" için plan yapıyorlardı.

Olayların bu şekilde gelişeceğini asla tahmin edemezdi Cem. Sadece kayıp kuşunu ararken, büyük bir organize suç örgütünün çökmesine yardım etmişti.

Birkaç gün sonra, polis karakolunda küçük bir tören düzenlendi. Cem ve Maviş, şehrin emniyet müdürü tarafından vatandaşlık görevini üstün bir şekilde yerine getirdikleri için bir plaketle ödüllendirildiler. Maviş, tören sırasında Cem'in omzunda durmuş, mikrofonlara "Kanarya öter!" diye cıvıldayarak herkesi güldürmüştü.

Artık mahallede Cem'in lakabı sadece "Dedektif Baba" değildi. "Maviş'in Sahibi" olarak da anılıyordu. Ve Maviş, artık sadece bir ev kuşu değil, küçük ama bir o kadar da cesur bir adalet savaşçısının, en tüylü, en cıvıl cıvıl yardımcısıydı. O günden sonra, Cem'in Maviş'e olan sevgisi daha da derinleşmişti; çünkü onun sayesinde sadece bir kuşu değil, aynı zamanda içindeki keşfetme ve adalet aşkını da geri kazanmıştı.
 
Son düzenleme:
Konu sahibi
Narin Ruhun Çelikle İmtihanı

Sahibinin, zarafeti dantel gibi işlediği, her bakımında sevgi ve hassasietin nakış nakış dokunduğu bir attı o. Ruhu, en ince tül kadar narin, heybeti ise bir efsane kadar derindi. Ona "Rüzgarın Şarkısı" derdi sahibi; zira koşusunun melodisi, rüzgarın bile kulak kesildiği bir senfoni gibiydi. Her bakışında, onu bir sanat eseri gibi koruma arzusu, bir baba şefkatiyle parlardı.

Ta ki, hırsın gölgesi ahırlarına, "Demir Elli" diye anılan yeni bakıcıya kadar gelene dek. Bu adam, atların ruhundan ziyade kaslarındaki güce inanırdı; nazik sözlerin değil, mahmuzun keskin dilinin galip getireceğini savunurdu. Ve bir gün, o altın işlemeli mahmuz, Rüzgarın Şarkısı'nın narin tenine, bir hançer gibi saplandı. Hayvanın irkilmiş bakışları, saf masumiyetin ihanete uğrayışının sessiz çığlığıydı. Ciğerleri sökülür gibi olan sahibi, bu vahşi temasta yüreğinin paramparça oluşunu hissetti.

Lakin ahırın gölgeli köşesinde, bu acımasız sahnenin şahidi olan sahip, yüreğinin feryadını boğazında düğümledi. Gözlerini, atın yelesinin rüzgarda savruluşundaki o saf güzellikten ayırıp, uzaklardaki yarış pistlerine çevirdi. Orada, Rüzgarın Şarkısı'nı bekleyen, hırçın, çelikten iradeler ve adaleleri tunçlaşmış rakipler vardı. Onlar, şefkatle yoğrulmamış, acımasız disiplinle dövülmüşlerdi. Bu acımasız dünyada, zarafetin tek başına bir kıymeti harbiyesi yoktu. Bir heykeli andıran atının, bu vahşi arenada ancak bir gladyatörün gücüne bürünerek ayakta kalabileceğini, bu illetin onu güçlendireceğini biliyordu.

İçinde, sevgisi ile gerçeklik arasında parçalanan ruhu, derin bir ıstırap ile inlerken, dudaklarından tek bir söz dökülmedi. Bu sessizlik, bir kabullenmenin değil, bir fedakarlığın ağır hüznüyle doluydu. Sanatkâr ruhu kanasa da, zihni bu acımasız hakikate boyun eğmişti. Çünkü biliyordu ki, bazen en değerli varlıklar, kıymetli madenler gibi, ateş ve darbelerle saflaşır; ve Rüzgarın Şarkısı'nın o eşsiz senfonisi, ancak bu çelikten dokunuşla, rekabetin gürültülü korosu içinde duyulabilecekti.

Sahibinin sessiz onayı, bakıcının ellerine daha keskin bir otorite, daha soğuk bir güven vermişti. Artık her sabah, ahırın loş ışığında, çelik bir disiplinin gölgesi düşüyordu narin bedene. Mahmuzun soğuk teması, Rüzgarın Şarkısı'nın teninde artık sadece bir fiziksel acı değil, adeta masumiyetinin bir bir sökülüp atıldığı bir ritüeldi. O ilk şok ve ihanet ifadesiyle dolu bakışlar, zamanla derin, anlaşılmaz bir pusun kapladığı gözlere dönüştü. Sahibi, her seferinde, bu gözlerdeki saf ışığın biraz daha söndüğünü, yerini çelik mavisi bir parıltının aldığını görüyor ve yüreği her defasında bir kez daha burkuluyordu. Ancak, bu burkulmanın yanında, gizli ve suçluluk duygusuyla lekelenmiş bir umut tomurcuğu da filizleniyordu.

Çünkü değişim sadece ruhta değil, bedende de tezahür ediyordu. Koşuları artık sadece bir rüzgar şarkısı değil, bir fırtınanın habercisiydi. Adımlarındaki yumuşak salınım, yerini yeri göğü inleten, güç dolu bir tempoya bırakmıştı. Kasları, gerilmiş yaylar gibi sertleşmiş, nefes alışverişi bir demirci ocağının sesini andırır olmuştu. Artık ahırdan çıkarkenki o ürkek, sormaca bakışlar yoktu; başı dik, bakışları uzaklara, zafere odaklanmış bir savaş atı edasıyla çıkıyordu.

Nihayet, o kader günü geldi çattı. Büyük yarışın arenasında, diğer atlar çelikten heykeller gibi duruyor, gözlerinden vahşi bir kazanma hırsı ateşler saçıyordu. Onlar, doğuştan savaşçıydı. Rüzgarın Şarkısı ise, start çizgisinde, farklı bir heybetle duruyordu. Artık sadece zarafetin değil, ıstırapla yoğrulmuş bir gücün timsaliydi. Üzerindeki semerin işlemeleri hâlâ bir sanat eseri gibiydi, ama altındaki güç, bir sanatın inceliğinden ziyade, bir dövüş sanatının ölümcül ciddiyetini taşıyordu.

Kapılar açıldı. Diğer atlar bir öfke ve hırs fırtınasıyla fırladılar. O ise, sahibinin gözlerinde gördüğü o karmaşık ifadeyi -sevgi, acı, pişmanlık ve umut karışımı bir bakışı- zihninde taşıyarak, adeta bir hayalet gibi süzüldü pistte. Artık sadece rüzgarı değil, içindeki fırtınayı da dinliyordu. Her darbeyle öğrendiği acımasız dersi, her mahmuz darbesiyle kemiklerine işleyen disiplini hatırlıyordu. Son düzlükte, en hırçın rakibini geçerken, sırtına inen kırbacı hissettiğinde, artık irkilmiyor, sadece daha da güçleniyordu.

Zafer, onundu. Tribünlerin coşkusu, sahibinin kulaklarında anlamsız bir uğultuydu. Altın kupa soğuk ve ağırdı. Ama asıl ağır olan, zafer sarhoşluğunun ortasında, ahıra, yalnız başlarına döndüklerinde atının gözlerine bakmaktı. Orada, bir zamanlar parlayan o saf ışık sönmüştü. Yerine, kazanılmış bir savaşın yorgun hüznü ve derinlerde, iyileşmeyi bekleyen bir yaranın izleri vardı.

Sahibi, zafer çelengini atının boynuna takarken, bunun sadece bir yarışın değil, bir ruhun masumiyetine vedaın zaferi olduğunu biliyordu. Rüzgarın Şarkısı artık susmuştu. Yerine, fırtınanın kendisi konuşuyordu. Ve bu sessizlik, zafer çığlıklarından çok daha gürültülü, çok daha acı vericiydi.
 
Konu sahibi
Kavga

Bir melankoli denizinde, ruhunun limanlarına çekilmişti Mithat. Hayat, eskimiş bir duvar kâğıdı gibi soluk ve anlamsızdı gözünde. En parlak güneş ışıkları bile içine işlemez, en dokunaklı bir ezgi bile ruhunda yankılanmaz olmuştu. O gün de, ayakları, içindeki boşluğun ağırlığıyla cadde taşlarını sürüyerek, amaçsızca dolaşıyordu. Etrafındaki hayat, bir sessiz film gibi akıp gidiyor; kahkahalar, sohbetler, telaşlar, hepsi cam bir fanusun ardından seyrediliyormuşçasına anlamını yitiriyordu.

İşte tam o esnada, keskin bir küfür bıçağıyla yırtıldı bu cam fanus. İki adam, dar bir sokağın girişinde, adeta iki öfke fırtınası gibi birbirine girmişti. Yumruklar, sözcüklerden daha ağır basmış, ahenksiz ve vahşi bir dövüş başlamıştı. İnsanlar, birer gölge gibi kenara çekilmiş, seyirci olmuşlardı bu ilkel törene.

Mithat, ilk defa o an, o boşluk hissinin içinde bir kıpırdanış duydu. Bir şey, onu, o iki öfkeli girdabın arasına çekiyordu. Belki de hâlâ bir insan olduğunu, bir şeylere müdahale edebileceğini kanıtlama ihtiyacıydı bu. Düşünmeden, adeta bir otomat gibi ilerledi. "Arkadaşlar, lütfen, bu kadar ileri gitmeyin!" dediği an, kör bir yumruk, sağ yanağına bir meteor gibi indi.

Dünyası bir an için simsiyah oldu. Yere yığıldı, yüzünden sıcak bir ırmak akmaya başladı. Ama o karanlığın içinde, tuhaf bir şey oldu. Acı, donuk sinir uçlarını yakıp geçerken, Mithat'ın içinde yepyeni bir duyu uyandı. Bu, bir varoluş çığlığıydı. Kanın tuzlu tadı, ağzında hayatın ta kendisiydi. Yerden kalkmaya çalışırken kaslarının gerginliği, kemiklerinin ağrısı, onu bu dünyaya bağlayan somut halatlardı.

Kavga dağılmış, insanlar uzaklaşmıştı. Mithat, sırtını soğuk bir duvara dayayarak ayağa kalktı. Göğsünde bir yükselme, bir genişleme hissediyordu. Yıllar sonra ilk defa, tam anlamıyla 'hissediyordu'. Vücudundaki her çürük, her sızı, ona 'buradasın' diye haykırıyordu. Dudaklarındaki kanın tadı, hayatın ham, işlenmemiş, süslü kelimelere ihtiyaç duymayan gerçekliğiydi.

O gece, evine, sarsılarak değil, adımlarını bilinçle atarak döndü. Aynanın karşısına geçti. Morarmış göz çukuru, kanamış dudak... İşte portresi buydu. Çirkin, acılı, ama son derece 'canlı'. O andan itibaren, hayatın anlamını aramayı bıraktı. Onun yerine, hayatın kendisinin, en acımasız, en beklenmedik, en sarsıcı dokunuşlarını aramaya başladı. Çünkü o gün, bir sokak kavgasında yediği dayak, ona en değerli dersi vermişti: Acı çekmek, hiç hissetmemekten iyidir. Ve hayat, bazen, en anlamlı sözlerden daha gürültülü bir yumrukla konuşur.
 
Geri
Üst