Tema düzenleyici

Tükenmişlik Sendromu Bir Varoluş Krizi midir?

  • Konbuyu başlatan Konbuyu başlatan Emir
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi

Emir

Moderatör
Yarbay
Katılım
19 Ara 2023
Mesajlar
4,932
Beğeni
11,272
Yaş
36
Konu sahibi
Modern çağın görünmez salgını olan tükenmişlik sendromu, artık yalnızca bir ruhsal yorgunluk değil, derinlerde yankılanan bir varoluş çığlığı haline gelmiştir. Her sabah alarm sesiyle uyanıp aynı döngüye hapsolan insan, bir süre sonra yaşamın anlamını değil, yalnızca "devam edebilme" gücünü sorgulamaya başlar. Peki bu noktada yaşanan çöküş, yalnızca psikolojik bir tükeniş midir, yoksa insanın kendi varlığıyla hesaplaştığı bir ontolojik krize mi dönüşür?

Belki de tükenmişlik, zihnin değil, ruhun isyanıdır. Çünkü insan yalnızca çalışarak değil, anlam bularak var olur. Anlam yitirildiğinde, ruh adeta kendi içinde bir sessizliğe gömülür. Bu sessizlik, bazen “hiçlik duygusu” olarak yüzeye çıkar; bazen de kişinin kendi benliğine yabancılaşmasıyla sonuçlanır. Artık hiçbir şey tat vermez, hiçbir hedef heyecan yaratmaz, hiçbir başarı “ben buna değerim” dedirtmez.

Nietzsche’nin “yaşamak için bir nedeni olan insan, hemen her nasıla katlanabilir” sözü burada yankılanır. Eğer nedenlerimiz silinmişse, yalnızca iş yükü değil, yaşamın ağırlığı çöker üzerimize. Bu yüzden tükenmişlik sendromu, sadece iş temposunun bir yan ürünü değil; anlamsızlığın yankılandığı bir varoluş boşluğudur.

Kimi filozoflar, insanın kendine yabancılaşmasını “modernliğin bedeli” olarak tanımlar. Kapitalist düzen, bireyi üretim çarkının dişlisine indirgerken, içsel dünyasını susturur. Bu sessizlikte insan, kendini dinlemeyi unutur. İşte o an, tükeniş başlar.

Belki de tükenmişlik, bize “dur” demek isteyen ruhun son çığlığıdır — bir çağrı, bir uyarı, bir yeniden doğuş imkânı. Her şeyin hızla tüketildiği bu çağda, insanın kendi özünü yeniden bulma çabasıdır bu sendrom. Yani bir son değil; varoluşun yeniden yazıldığı bir eşik olabilir.

Bir noktadan sonra insan fark eder ki, tükenmişlik aslında bir son değil; uzun zamandır görmezden gelinen bir başlangıcın yankısıdır.
Ruh, artık eski kabına sığmaz. Çünkü içimizde bir yerlerde, unuttuğumuz bir benlik — çocukluğumuzun saf merakı, ilk hayalimizin pırıltısı, bir zamanlar “neden” diye sormaktan çekinmeyen o iç ses — yeniden uyanmak ister.

Belki de tükenmişlik, ruhun yeniden doğmak için ölümü taklit etmesidir.
Bir tür metamorfoz sancısı… Kelebek olmaya direnen tırtılın korkusudur bu.
Zira her yeniden doğuş, önce bir çöküşle başlar.
Her uyanış, önce bir karanlıkla imtihan olur.

Zihnin duvarlarına çarpa çarpa büyüyen yorgunluk, sonunda bir soruya dönüşür:
“Ben kimim, ve bu çabanın anlamı ne?”
İşte tam da o an, insanın içindeki filozof uyanır.
O sessiz içsel uyanışla birlikte, dış dünyanın gürültüsü anlamsızlaşır; başarı, statü, hız, para… hepsi bir sisin içinde erir.
Kalan yalnızca ben olur — saf, çıplak, sorgulayan benlik.

Tükenmişlik sendromu, belki de çağımızın en soylu isyanıdır.
İnsanın kendi özüne dönme çabasıdır, modern zincirlere karşı açtığı görünmez bir ruhsal devrimdir.
Artık “başarmak” değil, “anlam bulmak” önemlidir.
Artık “yetişmek” değil, “kendine yetişmek” kıymetlidir.
Ve insan, işte o fark edişle birlikte, ilk kez gerçekten yaşamaya başlar.

O yüzden tükenmişlikten korkmak yerine, onun taşıdığı mesajı duymak gerekir:
“Artık başkalarının sen olmasını bırak, kendi özünü hatırla.”
Çünkü bazen ruh, ancak karanlığın içinde ışığı fark eder.
Ve belki de aydınlanma, en çok tükenmişliğin eşiğinde doğar.

---


Siz ne düşünüyorsunuz?
Tükenmişlik sendromunu sadece psikolojik bir rahatsızlık olarak mı görüyorsunuz, yoksa derinlerde yatan bir varoluş sancısının dışa vurumu mu?
Belki de hepimiz, modernliğin sessizliğinde kendi varlığımızla boğuşan yorulmuş filozoflarız…
 
Son düzenleme:
Geri
Üst Alt