Tema düzenleyici

Felsefe

  • Konbuyu başlatan Konbuyu başlatan Harun
  • Başlangıç tarihi Başlangıç tarihi
Episteme'nin Mârifetli Aynası

Zihninin girift labirentlerinde, hakikatin pusulasız bir seyyahı olan Kâmil, daima varlığın özüne dair cevherleri avuçlamak arzusuyla yanıp tutuşurdu. Onun için yaşam, sadece nefes alıp vermenin basit eylemi değil; bilginin kadim ırmağında, entelektüel iştahının şevkiyle kürek çektiği sonsuz bir seyrüseferdi.

Kütüphanesinin loş, meşe kokulu odasında, ciltleri çatlamış ve yaprakları zamanın hüznüyle sararmış kitaplar arasında, bir münzevi gibi inzivaya çekilmişti. Her bir eser, bir diyarın anahtarı, her bir satır, bir hakikatin şifresiydi onun için. Parmakları, deri ciltlerin üzerinde gezerken, sanki geçmişin bilgelerinin ruhlarıyla temas kuruyor, onların düşüncelerini kendi zihninin kazanında eritiyordu. Bu, sadece bir okuma eylemi değil, bir tür transandantal muhabbet, varlığın sırlarına vakıf olma çabasıydı.

Bir akşamüstü, eline geçen antik bir metin, onu hiç tatmadığı bir düşünce ufkuna sürükledi. Satırlar arasında gezinirken, Yunus'un "İlim, ilim bilmektir / İlim, kendin bilmektir" dizeleri zihninde bir şimşek gibi çaktı. O ana dek tüm dışsal bilgi birikimi, birdenbire içe, kendi benliğinin derin ve karanlık mağaralarına yönelmişti. Edindiği her bilgi, artık dışarıya tutulan bir ayna değil, içeriyi aydınlatan bir meşale olmalıydı.

Bu içsel hesaplaşma, bir nefs muhasebesi idi. Kitaplardan öğrendiği her kavramı, her felsefi sistemi, kendi varlığının mihenk taşına vuruyor, kendi aklının ve ruhunun sınırlarını zorluyordu. Bilginin, sadece zihni dolduran bir envanter değil, ruhu dönüştüren bir dinamik olduğunu idrak etti. Bu, ham bir informasyon yığınından, olgun bir irfan bahçesine yapılan metafizik bir hicretti.

Nihayet, bir şafak vaktinde, penceresinden içeri sızan ilk ışık hüzmesiyle aydınlandı zihni. Anladı ki, hakiki bilgelik (hikmet), efendisi Bacon'un dediği gibi sadece "güç" değildi. O, aynı zamanda bir tevazu, bir vakar ve nihayetinde kendi cehaletinin sınırlarını haritalandırabilme kabiliyetiydi. Sonsuz bilgi denizinde, ancak bir damla olduğunu bilmek, o denize duyulan iştahı daha da perçinliyordu.

O artık, sadece bilgiye aç bir fert değil, onu özümseyip kendi varlığında yeniden inşa eden bir ârif idi. Yolculuğu bitmemişti, lakin yolun kendisinin, varılacak herhangi bir menzilden çok daha kıymetli olduğunu öğrenmişti. Çünkü aradığı nihai cevap, kitapların tozlu sayfalarında değil, onları okurken değişen ve derinleşen kendi ruhunun derinliklerinde gizliydi.
 
Varlığın Hicranında Hiçliğin Esrârı

Kâinatın sessiz nefes alışları arasında, insan kalbinin derin dehlizlerinde yankılanan tek bir soru vardı: “Ben neyim?”
Bu sual, bir çiçeğin açarken çıkardığı duyulmaz inilti gibi, varlığın en mahrem köşelerinde gizlice filizleniyordu.

Zamanın kendisini dahi tüketen akışında, göğün yıldızlarla örülü atlası altında yürüyen bir yolcu vardı. Adı yoktu; çünkü isimler, varlığın zincirleriyle insanı bağlayan suni mühürlerden başka bir şey değildi. Yalnızca gölgeydi o; varlık ile yokluğun kıyısında, kendi gölgesine bile yabancı düşmüş bir seyyah.

Her adımında, taşların suskunluğunda yankılanan bir feryat işitiyordu. Bu feryat, varlığın kendi hicranıydı; çünkü her var olan, aynı zamanda yok oluşa doğru sürüklenmekteydi. Gül açarken solmanın kaderini içinde taşıdığı gibi, insan da her nefeste ölümün kokusunu teneffüs etmekteydi. Yolcu, bu hicranın içinde, hiçliğin esrârını arıyordu.

Bir gece, ufkun mor bir hüzünle eridiği vakit, yolcu kendini bir aynanın önünde buldu. Lakin bu ayna, suret göstermiyordu; yalnızca boşluğu yansıtıyordu. Yolcu aynaya eğildi, içine baktı. Orada ne yüzünü, ne gözlerini, ne de geçmişini görebildi. Sadece dipsiz, uğultulu bir hiçlik vardı.
Ve o anda idrak etti: “Ben varlığım sanılan hiçliğim.”

Gözlerinden yaş değil, zamanın kırıntıları aktı. Ellerinde tuttuğu hiçbir şey yoktu, çünkü varlık dediği her şey, aslında hiçliğin kılığına bürünmüş bir hayaldi. İnsan arzularının gürültüsü, ebediyetin sessizliğinde bir uğultudan ibaretti.

Yolcu yürümeye devam etti. Çölün ıssızlığında, dağların mağrur suskunluğunda, denizlerin dipsiz karanlığında hep aynı cevabı işitti:
“Hiçlik, varlığın sırrıdır; varlık ise hiçliğin hicranıdır.”

Sonunda, ufkun ötesinde ışıkla gölgelerin birbirine kavuştuğu o meçhul eşikte, yolcu kendini bütünüyle terk etti. İsimlerini, arzularını, acılarını, hatta hatıralarını... Ve işte o an, hiçliğin esrârı ona açıldı. Bir boşluk değil, aksine varlığın en saf, en lekesiz haliydi bu. Çünkü hiçlikte ne hüsran vardı ne kayboluş; yalnızca mutlak bir huzur, mutlak bir tamamlanış.

Yolcunun gölgesi dahi eridi, geriye yalnızca sessizlik kaldı. Ve o sessizlik, kainatın en eski ezgisini fısıldadı:

“Varlık hicranla yanar, hiçlik sırla parlar.”
 
Geri
Üst