Parçalanmış Benliklerin Çağında Yalnız Bir Çığlık
Modern zamanların labirentlerinde, insan ruhu, görünmez duvarlarla örülü bir hücrede mahkum edilmiş hisseder kendini. Bu hücrenin adı, bireydir. Kapitalizmin altın buğusu, her birimizin etrafını sarmalayarak, kolektif ruhumuzu aşındıran bir asit gibi damlar toplumsal bağlarımıza. İlişkilerimiz, artık kalbin saf kanalları olmaktan çıkıp, görünmez muhasebe defterlerine dönüşmüştür. Bir elma ağacının gölgesinde değil, hissedilen her duygunun, paylaşılan her sırrın, bir "sosyal sermaye" veya "ağ oluşturma" faydası üzerinden değer biçildiği soğuk bir borsada geziniyoruz. Dostluk, samimiyetin değil, stratejinin gölgesinde filizleniyor; sevgi bile, karşılıklı yatırımın psikolojik bir tezahürüne dönüşüyor adeta.
Bu sistem, insanı, durmak bilmez bir yarış arenasının gladyatörü ilan eder. Hayat, bir varoluş mücadelesi olmaktan çıkıp, sürekli bir performans gösterisine evrilir. Bizler, sürekli izlendiğini hisseden aktörleriz; komşumuzun yeni arabası, akranımızın terfi belgesi, sosyal medyadaki kurgulanmış mutluluk manzaraları... Hepsi, kendi değerimizi ölçmek için kullandığımız, acımasız birer kıyas aynasıdır. Bu mukayese cenderesi, kişinin kendi özünü, kendi ritmini ve benzersiz melodisini unutup, tek tip bir başarı ilahına tapınmaya zorlar. İçsel huzur, bir sonraki başarı basamağına ertelenmiş bir ütopyadır.
Ve bu sistematik yarışın dışında kalmaya, farklı bir ezgiyi mırıldanmaya cüret edenler... Onlar, modern toplumun kıyısına itilmiş kırık çanaklardır. Tüketmeyi reddeden, hızdan kaçan, maddi başarıyı bir kutup yıldızı olarak görmeyen her ruh, görünmez bir dışlanmışlık brandasıyla damgalanır. "Tembel", "hayalci", "uyumsuz"... Bu etiketler, sistemi sorgulayan her sesi susturmak için icat edilmiş prangalardır. Dayanışma, paylaşım ve aidiyet gibi kadim değerler, yerlerini bireysel başarı, rekabet ve gösterişçi tüketim gibi çürüyen temellere bırakır. Bu, korkunç bir değer erozyonudur; insanlık bahçemizi çoraklaştıran, ruhsuz bir rüzgardır.
Sonuçta, kapitalizmin inşa ettiği bu yalnız kalabalıklar dünyasında, her birimiz, sayıları artan ancak anlamı buharlaşan ilişkiler ağında, daha derin bir yalnızlığa gömülüyoruz. İnsanı, sadece "homo economicus" olarak gören bu bakış, ruhumuzun o sonsuz ve karmaşık labirentlerini görmezden gelir. Oysa insan, bir meta değil, sevgiye, anlamaya ve anlaşılmaya açık, naif bir varlıktır. Bu gürültünün ortasında, gerçek temasın, samimiyetin ve aidiyetin o sıcak, insani sesini yeniden duyabilmek umuduyla...
Modern zamanların labirentlerinde, insan ruhu, görünmez duvarlarla örülü bir hücrede mahkum edilmiş hisseder kendini. Bu hücrenin adı, bireydir. Kapitalizmin altın buğusu, her birimizin etrafını sarmalayarak, kolektif ruhumuzu aşındıran bir asit gibi damlar toplumsal bağlarımıza. İlişkilerimiz, artık kalbin saf kanalları olmaktan çıkıp, görünmez muhasebe defterlerine dönüşmüştür. Bir elma ağacının gölgesinde değil, hissedilen her duygunun, paylaşılan her sırrın, bir "sosyal sermaye" veya "ağ oluşturma" faydası üzerinden değer biçildiği soğuk bir borsada geziniyoruz. Dostluk, samimiyetin değil, stratejinin gölgesinde filizleniyor; sevgi bile, karşılıklı yatırımın psikolojik bir tezahürüne dönüşüyor adeta.
Bu sistem, insanı, durmak bilmez bir yarış arenasının gladyatörü ilan eder. Hayat, bir varoluş mücadelesi olmaktan çıkıp, sürekli bir performans gösterisine evrilir. Bizler, sürekli izlendiğini hisseden aktörleriz; komşumuzun yeni arabası, akranımızın terfi belgesi, sosyal medyadaki kurgulanmış mutluluk manzaraları... Hepsi, kendi değerimizi ölçmek için kullandığımız, acımasız birer kıyas aynasıdır. Bu mukayese cenderesi, kişinin kendi özünü, kendi ritmini ve benzersiz melodisini unutup, tek tip bir başarı ilahına tapınmaya zorlar. İçsel huzur, bir sonraki başarı basamağına ertelenmiş bir ütopyadır.
Ve bu sistematik yarışın dışında kalmaya, farklı bir ezgiyi mırıldanmaya cüret edenler... Onlar, modern toplumun kıyısına itilmiş kırık çanaklardır. Tüketmeyi reddeden, hızdan kaçan, maddi başarıyı bir kutup yıldızı olarak görmeyen her ruh, görünmez bir dışlanmışlık brandasıyla damgalanır. "Tembel", "hayalci", "uyumsuz"... Bu etiketler, sistemi sorgulayan her sesi susturmak için icat edilmiş prangalardır. Dayanışma, paylaşım ve aidiyet gibi kadim değerler, yerlerini bireysel başarı, rekabet ve gösterişçi tüketim gibi çürüyen temellere bırakır. Bu, korkunç bir değer erozyonudur; insanlık bahçemizi çoraklaştıran, ruhsuz bir rüzgardır.
Sonuçta, kapitalizmin inşa ettiği bu yalnız kalabalıklar dünyasında, her birimiz, sayıları artan ancak anlamı buharlaşan ilişkiler ağında, daha derin bir yalnızlığa gömülüyoruz. İnsanı, sadece "homo economicus" olarak gören bu bakış, ruhumuzun o sonsuz ve karmaşık labirentlerini görmezden gelir. Oysa insan, bir meta değil, sevgiye, anlamaya ve anlaşılmaya açık, naif bir varlıktır. Bu gürültünün ortasında, gerçek temasın, samimiyetin ve aidiyetin o sıcak, insani sesini yeniden duyabilmek umuduyla...