Kaş… Akdeniz’in en içli nefeslerinden biri. Ne tam turistik, ne tam yerel. Sanki her sabah denizle göz göze gelince biraz daha eskiyor ama güzelleşiyor. Üstelik Kaş’ta zaman, sadece yavaş akmaz; anlam değiştirir. Burada gün doğumunun bir rengi, İstanbul’da bir haftaya bedeldir.
Bir yanda antik Likya’nın gölgesi altında uzanan taş evler, diğer yanda son model teknelerin bıraktığı köpüklü izler… Kaş, modernliğin pençesinde ama ruhen arkaik bir yerleşim. Her adımda bir çelişki hissedilir:
Turkuazın huzuru ile geçmişin hüznü arasında bir ince çizgi.
Yerel halk hâlâ sabah balıklarını kendi ağlarıyla çekerken, sokak aralarında “sessizlik” bile bir yaşam biçimidir. Geceleri, sahil boyunca yankılanan gitar sesleriyle birlikte, “burada kalmak mı, gitmek mi daha zor” sorusu yavaşça kulağına fısıldanır insana.
Belki de Kaş’ın gizemi, onu anlatanların değil, susarak yaşayanların elindedir.
Kaş’ta akşam olurken, denizle gökyüzü birbirine karışır; sanki ufuk çizgisi utanır da görünmez olur. Her şey yavaşça soluk alır: balıkçılar ağlarını toplar, kediler limanda son tekneleri uğurlar, rüzgâr ise deniz tuzunu taş sokaklara taşır. Kaş’ın gecesi, sessizliğin bile yankılandığı bir masal gibidir.
Burada insanlar az konuşur ama çok hisseder. Çünkü Kaş’ta bir tür sezgisel yaşam vardır — kelimelere gerek bırakmayan bir sadelik. Günlük hayat, turistik kalabalığın arkasına gizlenmiş bir duygu disiplini gibidir. Hızlı olana mesafeli, gürültüye karşı sabırlıdır bu ilçe.
Kaş, insana “yerleşmenin” ne olduğunu yeniden düşündürür. Bir ev değil, bir ritimdir aslında burada yaşamak. Sabahları denizin kokusu, öğlenleri taş duvarların gölgesi, akşamları uzaktan gelen bir klarnetin sesiyle örülür hayat.
Ve bu ritim, insanı ele geçirir: bir süre sonra zamanla yarışmak değil, onunla uzlaşmak ister insan.
Belki de Kaş’ta yaşayanların sırrı budur — burada kimse “bir yere varmaya” çalışmaz. Çünkü herkes, zaten olması gereken yerdedir.
Bir yanda antik Likya’nın gölgesi altında uzanan taş evler, diğer yanda son model teknelerin bıraktığı köpüklü izler… Kaş, modernliğin pençesinde ama ruhen arkaik bir yerleşim. Her adımda bir çelişki hissedilir:
Turkuazın huzuru ile geçmişin hüznü arasında bir ince çizgi.
Yerel halk hâlâ sabah balıklarını kendi ağlarıyla çekerken, sokak aralarında “sessizlik” bile bir yaşam biçimidir. Geceleri, sahil boyunca yankılanan gitar sesleriyle birlikte, “burada kalmak mı, gitmek mi daha zor” sorusu yavaşça kulağına fısıldanır insana.
Belki de Kaş’ın gizemi, onu anlatanların değil, susarak yaşayanların elindedir.
Kaş’ta akşam olurken, denizle gökyüzü birbirine karışır; sanki ufuk çizgisi utanır da görünmez olur. Her şey yavaşça soluk alır: balıkçılar ağlarını toplar, kediler limanda son tekneleri uğurlar, rüzgâr ise deniz tuzunu taş sokaklara taşır. Kaş’ın gecesi, sessizliğin bile yankılandığı bir masal gibidir.
Burada insanlar az konuşur ama çok hisseder. Çünkü Kaş’ta bir tür sezgisel yaşam vardır — kelimelere gerek bırakmayan bir sadelik. Günlük hayat, turistik kalabalığın arkasına gizlenmiş bir duygu disiplini gibidir. Hızlı olana mesafeli, gürültüye karşı sabırlıdır bu ilçe.
Kaş, insana “yerleşmenin” ne olduğunu yeniden düşündürür. Bir ev değil, bir ritimdir aslında burada yaşamak. Sabahları denizin kokusu, öğlenleri taş duvarların gölgesi, akşamları uzaktan gelen bir klarnetin sesiyle örülür hayat.
Ve bu ritim, insanı ele geçirir: bir süre sonra zamanla yarışmak değil, onunla uzlaşmak ister insan.
Belki de Kaş’ta yaşayanların sırrı budur — burada kimse “bir yere varmaya” çalışmaz. Çünkü herkes, zaten olması gereken yerdedir.