Bir zamanlar sabahın ilk ışıklarıyla uyanmak, pencereden süzülen güneşi yüzümüzde hissetmek bile kocaman bir mutluluktu. Sokaktan gelen simitçinin sesi, annemizin demlediği çayın kokusu, dostlarla paylaşılan kahkaha dolu bir akşam… Bunların her biri, ruhun minik hediyeleriydi bize. Fakat zamanla, o sade mutlulukların yerini bitmeyen bir telaş, ölçüsüz bir hırs ve sahte bir “başarı” kavramı aldı.
Artık mutluluğu bir fincan kahvede değil, gösterişli paylaşımlarda; bir dost selamında değil, sahte beğenilerde arar olduk. Oysa mutluluk, hâlâ bir sokak kedisinin mırıltısında, yağmur sonrası toprak kokusunda, ya da hiç beklemediğin anda gelen bir “nasılsın” mesajında gizli… Biz sadece, o anları fark etmeyi unuttuk.
Belki de sormamız gereken soru şu: Modern hayat bize çok şey mi kattı, yoksa yavaş yavaş duygularımızı mı soydu?
Küçük şeylerden mutlu olmayı yeniden hatırlayabilir miyiz? Yoksa artık hiçbir şeyin “küçüklüğü” bize yetmiyor mu?
Artık mutluluğu bir fincan kahvede değil, gösterişli paylaşımlarda; bir dost selamında değil, sahte beğenilerde arar olduk. Oysa mutluluk, hâlâ bir sokak kedisinin mırıltısında, yağmur sonrası toprak kokusunda, ya da hiç beklemediğin anda gelen bir “nasılsın” mesajında gizli… Biz sadece, o anları fark etmeyi unuttuk.
Belki de sormamız gereken soru şu: Modern hayat bize çok şey mi kattı, yoksa yavaş yavaş duygularımızı mı soydu?
Küçük şeylerden mutlu olmayı yeniden hatırlayabilir miyiz? Yoksa artık hiçbir şeyin “küçüklüğü” bize yetmiyor mu?